Şubat 15, 2010

Uzun Bir "Kısa Öykü"




Yaşlı adam çınar ağacının altındaki tahta bir sandalyede oturuyor. Önünde boyası dökülmüş, tahtası tiftik tiftik olmuş bir masa. Koca çınarın yarattığı devasa gölgenin içinde nereden geldiği belli olmayan bir ışığının ortasında, gözlerini uzakta bir noktaya dikmiş, sakin, dingin öylece bakıyor. Yaşlı adam ve masası dev çınar agacının yarattığı gölge denizinin içinde ışıktan bir ada gibi parlıyor. Öğlen saatinin bu sessiz ve sakin zamanında, etrafta hiç kimselerin olmadığı bu meydanda ikimiz göz göze geliyoruz ve ben " merhaba amca, ne güzel bir gün değil mi?" diyerek önce çınarın yarattığı gölgenin içine, sonra yaşlı adamın oturduğu ışıktan adanın içine giriyorum. Ve sanki o anda boyut değiştiriyor, geldiğim dünyanın uzağında kalıyor, yaşlı adamın çekim alanına giriyorum.




Aynı dili konuştuğumuza emin olduğumdan, soruma hiç bilmediğim bir dilde " buna yazıcı karar verir" diyor. Onun hiç bilmediğimi söylediğim dildeki bu sözünü anlıyorum. Yüzüme bakıp, şaşkınlığımdan zevk alırcasına gülümsüyor ve "kalıtımsal" diyor. Ne demek istediğini yine anlamıyor ve onun lisanında "kalıtımsal mı?" diye soruyorum. Bunu nasıl yaptığıma şaşıyorum, o gayet sakin "Evet" diyor, "bu dili anlayabilir ve konuşabilirsin, böylece seninle daha kolay anlaşabiliriz. Bu yaşta senin dilini konuşmaya zorlayıp da beni yorma" diye ekliyor. "Adın nedir" diye soruyor. Ali diyorum. Biliyormuş gibi başını sallıyor. Senin nedir dercesine yüzüne bakınca, arkamda bir yerlere derin derin bakarak "Varnez" diyor. "Başçavuş Varnez". Sonra tekrar bana bakıyor ve gözlerini yanıbaşında duran tahta sandalyeye kaydırarak "otur" diyor. Boş sandalyeyi çekiyorum ve yanına, masadan biraz uzağa oturuyorum. Yüzüne hadi anlat bakalım der gibi bakınca "anlatacağım, merak etme" diyor. Bu sefer de dilini hiç bilmeden konuşabildiğim bu adam benim düşüncelerimi de okuyabiliyor mu diye afallıyorum. Gayet sakin "evet okuyabiliyorum" diyor. O an bu yaşlı adama daha dikkatli bakmaya ve incelemeye başlıyorum.
Oturduğu yerde bayağı uzun boylu görünüyor. Gür ve bembeyaz saçları var. Yanık, parlak teni, pırıl pırıl parlayan çakır gözleri, traşlı, temiz yüzü ile gençliğinde bayağı yakışıklı olduğunu düşündüğüm bu yaşlı adamın, vücutca sağlam durmasına rağmen, yanıbaşında bacağına yaslanmış duran beyaz bir bastonu var. Üzerinde çok temiz ve ütülü duran, şık bir keten safari takım, içinde beyaz, tiril tiril bir gömlek. Yaklaşık doksan yaşında olmalı diye düşünüyorum. "106" diyor. Canım sıkılıyor bu duruma ve hemen kalkıp gitmek istiyorum. Bu, tatsız bir durum. İnsan karşısındaki kişi, onun düşüncelerini okuyabiliyorsa onunla nasıl konuşabilir, tartışabilir, hatta susup yanında nasıl oturabilir ki? Hele böyle ikide bir düşüncelerini okuyabildiğini yüzüne vuran birinin yanında. "Tamam, tamam, otur" diyor. "Seni biraz şaşırtmak istedim. Yaşlı bir adamın muzipliğine ver. Ne de olsa yıllar var hiç kimse ile konuşmadım" diye ilave ediyor. "Seni yıllardır bekledim. Hiç aramadım. Arasam bulurdum elbette. Ama senin beni bulman için yıllarca bekledim. Uzun yıllar aldı beni bulman, ama böyle olmalıydı. Bu da benim 'cezam' ne yapalım" diyor.
Bense, beni neden aradığını, neden beklediğini, benimle olan ilgisinin ne olduğunu, niye 'ceza' çektiğini falan düşünmüyor, sadece kendini Başçavuş Varnez diye tanıtan bu yaşlı adamın kim olduğunu düşünüyorum. Varnez " kim olduğumu, sana hikayeyi anlatınca anlayacaksın, sonra sen yoluna, ben yoluma. Senin yolun uzun, benimki ise çok daha kısa" diye mırıldanıyor. Ve Varnez benim sonuna kadar hiç konuşmadan dinlediğim hikayesine başlıyor.
"Yıl 1920 idi ve ben 18 yaşındaydım" diyor ve devam ediyor. "İstanbul'u işgal eden kuvvetlerin içinde Fransa da vardı ve ben Sarayburnu açıklarında demirlemiş bulunan Fransız gemisinde başçavuştum. İstanbul'a ayak bastığımız 1918 yılının sonundan, yaklaşık bir buçuk yıl geçmişti. İşgal kuvvetlerinin ilk yıllarda göstermiş olduğu disiplinli davranış, yönetimdeki düzen ve intizam, yerini tam bir başıbozukluğa bırakmış, bilhassa İstanbul'un komuta meselesi İngiliz ve Fransız kuvvetleri arasında anlaşmazlıklara sebep olmaya başlamıştı. Şehirde hırsızlık, gasp, adam öldürme, adam kaçırma olayları almış başını gidiyordu. Bizler ise kendimizi görevden ziyade zevk ve eğlence hayatına vurmuş, Pera, Galata ve Şişli'de meyhanelerde, barlarda sabahlıyor, güzeller güzeli Beyaz Rus, Rum, Ermeni dilberleri ile günümüzü gün ediyorduk. İşte 'Marika' isimli Rum kızını bu günlerde Tepebaşı'ndaki Bartoli Birahanesinde tanıdım.
Marika bu birahanede çalışıyordu. Onu ilk gördüğüm anda çarpılmış, o andan itibaren ben, ben olmaktan çıkmış, başka bir insan olmuştum adeta. Onu düşünmeden bir anım geçmiyor, akşamın bir an önce olması için saatleri sayıyor, onu göreceğim anı iple çekiyordum. Marika deyip geçmeyeceksin. O Tanrının numune diye vücuda getirdiği, bir afetti. Üzerinde genellikle kendisine çok yakıştığını bildiği gülkurusu bir ferace olurdu. Kulaklarında salkım küpeler, ellerinde siyah saten eldiven, elinde fildişi saplı ipek yelpaze, ayağında siyah ipekli diz çorabı, siyah rugan ayakkabıları ile ortalarda bir salındımı tekmil birahane müdavimleri göz ucuyla onu izler, adeta erir biterlerdi. Uzun boyluydu Marika. Gür siyah saçları omuzlarına dökülür, büklüm büklüm alnına düşen perçemleri kalın kara kaşlarının yarısını örter, kömür karası gözleri, uzun, ok gibi kirpikleri, dudakları çifte kavrulmuş lokum, bir karış gerdan ile tam bir afetti. Bartoli birahanesi öyle alaturka saz olan bir yer değil, gitar, mandolin, flüt, ve armonika çalan müzisyenleri ile alafranga bir birahaneydi. Hülasa, ben Marika yüzünden buranın müdavimi olmuş, her akşam iki dirhem, bir çekirdek mekana gidiyor, ama heyhat ne yapsam, ne etsem, Marika'dan en ufak bir yüz bulamıyordum. Defalarca yaptığım, işi bitince oradan beraberce çıkma teklifimi türlü çeşitli bahanelerle geri çevirmiş, ustaca ve kibar manevralarla beni hep reddetmişti. Ama bunun uzun süre böyle devam etmesi imkansızdı. Ben ki, İstanbul'u işgal etmiş Fransız kuvvetlerinin donanmasında Başçavuş Varnez'dim, bu iş güzellikle olmazsa zorla olacak, Marika bir kez dahi olsa benim olacaktı" dedi ve gözünü omuzumun üzerinden arkama, uzaklara doğru dikti, gözlerini kısarak uzun uzun baktı.
Bu dikkatli bakış karşısında ben de arkamı dondüm ve uzaktaki dev, yaşlı zeytin ağacının yarattığı büyük gölgenin içinde yerlere kadar uzanan siyah giysiler içinde, upuzun beyaz saçları omuzlarından beline kadar süzülen, bu mesafeden bile yüzünün solukluğu seçilebilen yaşlı kadını gördüm. Bize doğru bakıyordu. Tekrar başçavuşa döndüğümde yaşlı adamın kadına ısrarla bakmaya devam ettiğini ve dudaklarını kımıldatarak mırıltı halinde bir şeyler söylendiğini farkettim. Hiç bir şekilde ne söylediğini anlamıyordum ama yaşlı kadın ile sessizce konuştuklarını farketmekte gecikmedim. Yaşlı adam adeta dua eder gibi yapılan bu konuşmayı yine amin der gibi benim de duyabileceğim şekilde "buna yazıcının karar vereceğini biliyor" diye bitirdi. Evet, bu sözü az önce, ilk tanıştığımızda söylemişti. Ne anlama geldiğini anlamıyordum. Zaten anlamadığım o kadar şey vardı ki, bunun üzerinde fazla durmadım. Varnez tekrar bana döndü ve "nerede kalmıştık" diye sordu. Benim cevap vermemi beklemeden "Marika benim olacaktı, hem de söylediğim gibi, o gece benim olacaktı ama o öldü" dedi. O bunları söylerken arkamdaki zeytin ağacının altındaki yaşlı kadının artık orada olmadığını, arkama bakmadan hissedebiliyordum. Evet o artık orada değildi ama yine hissediyordum ki tekrar gelecek. Varnez "evet Marika öldü. Hem de benim yanımda öldü. Ama ben buna rağmen nasıl öldüğünü bilmiyorum" dedi, sandalyesinde hafifçe kımıdanarak iyice yerleşirken.
"Marika, ben ayıldığımda yanımda, yerde, kan gölünün ortasında, gülkurusu elbisesi kızıl kana bulanmış vaziyette yerde yatıyordu. Üstü başı bir boğuşma yaşadığını belli edecek şekilde paramparça, elbisesi ise bıçak darbeleri ile delik deşikti. Kanlı bıçak yanıbaşında, yerde duruyordu. Dizlerimin üzerinde doğruldum, Marika'yı boynunun altından kavrayarak dizlerime yatırdım. Geminin yağlı, paslı kokuları Marika'nın anber kokulu parfümüne karışıyor, bu durum benim ayılıp kendime gelmemi güçleştiriyordu. Üzerim kana bulanmıştı. Marika'nın sıcaklığı hala devam eden taze kanı ile ıslanan pantalonum ve gömleğim tenime yapışıyor, başım dönmeye, gözlerim kararmaya, midem bulanmaya devam ediyordu. Tekrar bayılmamak için kendimi zor tutuyordum. Ancak kendime gelmeli, burada neler olduğunu anlamalıydım. Saatime baktım, 6'ya geliyordu. Neredeyse gün ağarıyordu. Kamaramın penceresinden alacakaranlığı görüyordum. Zaten az sonra Süleymaniye Camiinden ezan sesi gelmeye başladı. Daha 6-7 saat önce bu kamarada traşımı olmuş, giyinmiş, Marika'yı görecek olmanın heyecanı ile kıvranıyordum. Marika gece 12'den sonra işe başlıyor, ve sabah beşlere kadar çalışıyordu. Ben de birazdan filika ile Sarayburnuna çıkacak, oradan araba ile Galata köprüsünden Karaköy'e geçecek, yürüyerek Galata Kulesinin dibinden Tepebaşına çıkacaktım. Eski ve sırları dökülmüş aynada kendime son kez baktım.
Sinekkaydı traşımı olmuş, kısa da olsa saçlarımı briyantinlemiştim. Galata'da yahudi terziye diktirdiğim omuzları geniş, beli dar ve vücuduma tam oturan redingotum, kolalı gömleğim, boyun bağım ve daracık pantalonum ile Grand Rue de Pera'ya çıkmaya hazır hale gelmiştim. En son Walk Over marka ayakkabılarımı giyip, bağcıklarını bağladıktan itibaren oturmak artık haramdı. Bir davete, bir yemeğe veya baloya giderken ya da biriyle buluşulacaksa, buluşuluncaya kadar pantalonumuzun ütüsü bozulmasın diye çok oturmaz, devamlı ayakta gezerdik. Oturuyorsak da bacaklarımızı uzatarak otururduk. Evet, hazırdım ve artık kamaramdan çıkıp, kendimi çılgın İstanbul gecelerine atabilirdim." dedi Varnez derin bir nefes alarak. "Sana bunları tüm detaylarıyla uzun uzun anlatıyorum. Çünkü bunlar isteyeceğim şeyi yaparken ve benim hakkımda bir yargıya varmanda sana lazım olacaklar. Hem daha vaktimiz bol, vapurunun kalkmasına daha çok var. Tabii teklifimi kabul edersen ve o vapura bineceksen." diye ilave etti. Hikaye kaldığı yerden devam ediyordu. " Kamaramdan çıktım. Koridorlardan geçerken, merdivenleri tırmanırken hiç bir yere değmemeye dikkat ediyor, ellerimi kirletmemek hiç mümkün olduğu kadar hiç bir şeye tutunmuyordum. Güverteye çıktığımda arkamdan biri 'Başçavuş Varnez' diye seslendi.
Dönüp baktığımda benim kadar olmasa da gayet iyi giyimli, şık, geceye hazır bir vaziyetteki çavuş Richard'ı gördüm. Richard Johnson benden bir yaş küçük, gelecek vaad eden iyi bir askerdi. Ancak sert ve aksi bir mizacı, çabuk parlayan ve sinirlendiği zaman olayların nereye varacağına bakmaksızın dümdüz giden, deli dolu bir gençti. 'Yine Marika'ya mı?' diye sordu. Evet dedim ve yürümeye devam ettim. Richard bana yetişip 'beraber çıkalım, benim yolum da o tarafa doğru' dedi. Richard'la sık sık İstanbul gecelerine beraber beraber çıkmış, balozlarda, kafeşantanlarda, kabarelerde, birahanelerde, içkili gazinolarda, meyhanelerde, Seher hanımın umumhanelerinde, Galata'nın, Abanoz sokağının, Ziba'nın fuhuşhanelerinde, Tophane'nin Zürafa, Kömürcü, Sidikli, Beyzade, Şeftali sokaklarında fink atmış, türlü çeşitli kavgalara girişmiş, tevkifhanelerde sabahlamıştık. Birlikte gemiden filikaya atladık. Karaya çıktığımız Sarayburnu'nda her daim biz yağlı müşterilerini bekleyen arabacıya Karaköy dedik ve arabaya atladık. Arabasının nefti renkli deri döşemesi ile aynı renkte kostümlü, parlak düğmeli, rugan çizmeli, beyaz eldivenli, yerinde manken gibi durmazsa fiyakası bozulacağına inanan arabacı derhal hareket etti. Macar kırması çift atın çektiği araba, arabacının boğmak boğmak manda derisi kırbacını şaklatması ile ileri atıldı."
Başçavuş Varnez derin bir soluk aldı ve devam etti. "Karaköy'e vardığımızda hafiten yağmur çiselemeye başlamıştı. Bu en can sıkıcı şeylerden biriydi. Ufacık bir yağmurda çamur deryası haline gelen İstanbul sokaklarında ayakkabılar, paçalar batmadan yürümenin imkanı yoktu. Ama Richard ve ben hiç konuşmaksızın hızlı adımlarla, Galata'ya doğru Yüksekkaldırım merdivenlerini tırmanmaya başladık. Evet, o yokuş geniş taş basamaklardan oluşan bir merdiven şeklinde Galata kulesinin dibine kadar çıkardı. Richard Tepebaşı'nda 'benim ufak bir işim var, daha sonra sana katılırım' diyerek benden ayrıldı. Ben ise geceyarısına, Marika'nın sahne almasına daha üç saate yakın zaman var diyerek sizin şimdi İstiklal Caddesi dediğiniz, Osmanlı'nın Cadde-i Kebir dediği Grand Rue de Pera'ya daldım. Elçilikler, konsolosluklar, kapılarında tabancalı kapıcıların beklediği apartmanlar, şık bayanların kurduğu tezgahlar arasından caddenin kalabalığına karıştım. Sahibinin benim gibi Fransız olduğu Lebon'da bir mola vererek çay ve complet (tam servis) söyleyip hem karnımı doyurmak, hem de etrafı seyrederek vakit geçirmeye karar verdim. Oradan çıktığımda saat daha on olmamıştı. Ancak içki vaktim de gelmişti. Yağmur hala çisil çisil yağıyordu. Bereket cadde İstanbul'un diğer bölgeleri gibi çamur deryası değildi. Hemen Balık Pazarında Mihoni'nin meyhanesine kapağı attım.
Burası mezelerinin nefaseti ve müşterilerinin kalitesi nedeniyle en sevdiğim meyhaneydi. Hele damadı Aris'in yaptığı fasulya pilakisi ve ciğer tavasının emsali yoktu. Mihoni her zaman başında fesi, önü daima ilikli redingotu ile temiz ve tertipli bir adamdı. Dükkanda bir patron gibi değil, garson gibi hareket eder, hem meyhaneyi hem garsonları idare ederdi. Tezgahın arkasında yüzü bize dönük ayakta durur, gözleri ile sürekli etrafı tarar, müşterinin ne isteyeceğini gözlerinden, kıpırdanışlarından, elinin hareketlerinden, yüzünün aldığı ifadeden anlar, hemen boş tabağı alır, kadehi doldurur, sigarayı yakar, yeni mezeler getirir, boş bardakları toplar, masaya bir sürahi su bırakırdı. Ben köşedeki boş masaya yerleşip hemen buyrun pasam diye başımda biten Mihoni'ye 'donat bakalım Mihoni efendi' dedim. Bir sigara yakarken Mihoni verdiğim sigarayı kulağının arkasına yerleştirip tezgahın arkasına seğirtti. Bir karafa (4 tek, ya da 2 duble) Zarokosta rakısı ve iki-üç meze tabağı, birkaç çerez ile donatılan masamda içmeye başladım. Küçük meyhane vakit ilerledikçe canlanıyor, neşeleniyor, Mihoni bir masaya sahanda sucuklu yumurta götürüyor, öteki masaya yeni çıkmış börekleri bırakıyordu. Ben, Marika'yı göreceğim saatlerin, bu gece mutlaka ama mutlaka onu koynuma alacağım dakikaların hayaliyle dört karafa rakıyı su gibi içmiş, kafam bayağı dumanlı meyhaneden çıkmıştım.
Dışarı çıktığımda yüzüme vuran temiz ve serin havanın etkisiyle biraz kendime gelir gibi olduysam da bayağı sarhoş olduğumu hatırlıyorum.Artık saat 12'ye geliyordu ve ben Marika'ya doğru yol alıyordum. Onu tanıdığım günden beri gördüğüm her akşam attığı gibi, yüreğim yine gümbür gümbür çarpıyor, kanıma hızla karışmaya devam eden alkol ciğerlerimi yakıyor, beni Marika'ya yaklaştıran adımlarım hızlandıkça kalbim göğüs kafesimden dışarı fırlayacakmış gibi atıyordu. Tepebaşı'na vardığımda saat gece yarısını geçiyordu. Yağmur durmuştu. Bartoli Birahanesinin kapıcısı beni yerlere kadar eğilerek içeri buyur etti. Kendime çeki düzen verip, sarhoş görünmemeye dikkat ederek, kesif sigara ve içki kokusu ile adeta tütsülenmiş birahaneden içeri girdim. Daha önce de söylediğim gibi birahane deyip küçümsenecek bir yer değildi burası. Adı birahane olarak kalmış olsa da işgal boyunca büyük bir dönüşüm geçirmiş, bayağı alaturka bir yerdi. Zamanın bahçeleri, kafeşantanları, kabare barları ile yarışır, kelli ferli paşaları, beyleri, mösyöleri, madamları, matmazelleri ağırlar, orkestrası Faust, Traviata, Aida, Rigoletto gibi ağır opera melodileriyle, romantik valsleri icra ederdi. Ben içeri girdiğimde mekan yükünü tutmuş, neşeli kalabalığın kafaları kızışmış, içkinin etkisi ile ehlikeyfin yanakları kızarmıştı. Beyoğlu'nun kalburüstü yosmaları, ateş parçası dansözleri masa aralarında piyasa yapmaya başlamışlardı. Beni sahneye yakın bir masaya, hovarda meşrep beyler ve çapkın mösyölerin arasına, güzel bir yere buyur ettiler.
Etrafımdaki masalarda omuzlar açıkta, kollar çıplak, minik zarif iskarpinli hanımlar şen kahkahalar atıp etrafı süzerken ben, Marika'yı gözlüyor ama henüz ortalıkta göremiyordum. Garsonlar hızla masama rakı, meyve, birkaç çerez bırakıp uzaklaşmıştı. Ben sürekli arayan gözlerle etrafı kolaçan ediyor, Marika'nın bir an önce masaların arasından çıkıvermesini, bütün beylerin, paşaların, mösyölerin, hatta ve hatta madamların ve matmazellerin çapkın ve kıskanç bakışları arasında yanıma gelmesini, ipek eldivenli eli ile çenemi, yanaklarımı şöyle bir okşamasını, sonra kalça kıvırıp, göz süzerek tüm bakışlar üzerinde tekrar uzaklaşmasını bekliyordum. Hızla içtiğim rakının etkisi ve Marika'yı görememenin siniri ile sarhoşluğum gitgide artıyor artık kontrolümü kaybetmek üzere olduğumu hissediyordum. Bir işaretle garsonu yanıma çağırdım ve Marika'nın neden ortalarda görünmediğini sordum. Garson bana Marika'nın bu gece çalışmayacağını, gece yarısından önce gelerek patrondan izin aldığını ve gittiğini söyledi. İşte, benim hayatımın o andan sonrası bulanık. Bundan sonra meydana gelen olaylar hakkında zihnim bana oyunlar oynuyor, sorulara cevap veremiyor ve yıllardır bu işin içinden mantıklı bir izahla çıkamıyorum. Ancak, artık tüm soruların cevaplanması zamanı geldi. 24 saat içinde her şey açıklığa kavuşacak ve ruhum yıllar sonra huzur bulup özgürlüğüne kavuşacak" dedi ihtiyar Varnez ve derin bir nefes aldıktan sonra bana uzun uzun baktı ve sonunda tekrar konuştu "bunu benim için yaparsın umarım, sevgili torunum!"
Torunum mu?! Ben mi yanlış duymuştum, bu yaşlı adam dalga mı geçiyordu yoksa bütün bunlar bir delinin hezeyanları mıydı? Karşısında kibarca onu dinleyen, benim gibi bir safı bulmuş iki saattir anlatıp duruyor ben de öyle dinliyor muydum? Bunları hızla kafamdan geçirirken aynı zamanda daha ilk tanıştığımızda düşüncelerimi okuduğunu, hiç bilmediğim bir dilde konuştuğu halde bütün anlattıklarını anladığımı ve hatta bu dili konuştuğumu hatırladım. Bütün bunların ne anlama geldiğini, bir rüyada olup olmadığımı düşünüyor, kalkıp hemen gitmekle, kalıp her şeyi öğrenmek arasında bocalıyordum. Yaşlı adam bana, bütün bu düşüncelerimi, kafa karışıklıklarımı, beynimin içinde dönüp duran soruları anlıyormuş gibi -tabii ki anlıyordu- dudaklarının arasına sıkıştırdığı yarı gülümser bir ifade ile bakıyor, bundan zevk aldığını pek saklayamıyordu. Bu anın zevkini yeterince çıkarmış olduğunu düşünmeli ki yeniden konuşmaya başladı. "Evet sen benim torunumsun. Ben senin büyük babanım. Yani babanın dedesi. Şimdi bana 'sen de amma yaşamışsın, değil dedem, babam bile hayatta değil ve sen kalkmış ben senin dedenin babasıyım diyorsun, bu nasıl olabiliyor, sen bu yaşa rağmen bu kadar sağlıklı, sapasağlam burada oturmuş, bana bir hikaye anlatıyorsun' diyeceksin, ama gerçek olan bir şey var ki sevgili torunum, ben tam da bu göründüğüm yaşta, 78 yaşımda iken öldüm. Bundan tam 28 yıl önce. Yarın benim ölüm yıl dönümüm."
Birden oturduğum yerden fırlayarak ayağa kalktım ve ihtiyar adamın tam karşısına dikildim. Ağzımı açıp bir şeyler söylemek istiyor, söyleyemiyordum. Sadece karşımda sakin sakin oturan adama bakıyor, içinde bulunduğum bu saçma sapan düş sona erse, bu bir rüya olsa, artık uyansam diye düşünüyordum. Ama birden başka bir şey daha hissetmeye başladım. Tam bir tevekkül hali. Bu yaşlı adamın söylediklerinin tamamının gerçekliğine, dinlediklerimin hepsinin doğruluğuna, sorgusuz sualsiz inanma hali. Sanki bundan sonra ne söylese artık inanacak, ne isterse yapacak, itaatkar bir hal gelmişti üzerime. Tam ağzımı açıp bir şeyler söylemek üzereydim ki yaşlı adam yine, oturduğu yerden uzaktaki o zeytin ağacına doğru bakmaya başladı. Ben de döndüm o yöne ve siyahlar içindeki, bembeyaz saçlı kadının aynı yerde, o ağacın altında durduğunu gördüm. Yaşlı adam "yazıcı" dedi "ona mutlak yazıcı diyenler de var. Bu dünyadaki bütün sevap ve günahlarımızın envanteri onun elinde biliyor musun?" diye sordu. Artık cevabı yine kendisinin vereceğini biliyordum ve öyle de oldu. "Tabii ki bilmiyorsun. onu sana ben anlatmayayım, birlikte yapacağınız yolculuk sırasında kendisi sana anlatır . Ya da sen sorarsın merak ettiklerini, o cevaplar. Ama ben sana benim envanterimin neticesini söyleyebilirim. Benim envanterim "denk" çıktı. Bunun anlamı ne biliyor musun?" yine cevap vermedim ve bekledim. "Bu; günahlarım ve sevaplarım eşit demek, bu sevaplarımın beni cehennemden kurtarması, ama cenneti hak edememek demek, bu "araf"'ta kalmak demek.
Felaketlerin en büyüğü ölmek değil, ölememektir" diye mırıldanarak ve bastonundan güç alarak ayağa kalktı ihtiyar Varnez. Şimdi ikimiz ayakta, karşı karşıya duruyorduk. "Ben 28 yıldır ölememenin azabının ne kadar büyük olduğunu anladım." dedi Varnez ve devam etti "ancak bundan çok daha büyüğü var ki o da vicdanının sana çektirdiği azap. Hatta bundan daha da çekilmez olanı da var, işte en büyük eziyet bu; başından geçen olaylar hakkında vicdan azabı çekip çekmemen gerektiğini dahi bilememen. Hani hikayenenin başında sana gemide uyandığımda Marika yerde, yanımda, kanlar içinde yatıyordu demiştim hatırladın mı?" diye sordu Varnez. Evet diye başımı salladım dilim tutulmuşcasına. "Ve uyandığımda orada, gemideki kamaramda neler olup bittiğini bilmediğimi, hiçbir şey hatırlamadığımı da söylemiştim değil mi sevgili torunum?" dedi Varnez ve o ana kadar söylediklerinden, anlattıklarından çok daha önemli bir şey söyleyecek olan birinin yüzüne yansıyan ciddi, kuşkulu, heyecanlı ve o ana kadar olan soğukkanlı ve kendinden emin tavrından uzak bir ifade ile yavaşça ve yine bastonundan güç alarak sandalyesine oturdu. "İşte benim hayatımın, dipsiz bir kuyu gibi boş ve sonsuz bir mağara gibi karanlık 5 saatlik dilimi. Bartoli Birahanesinde garsonun bana, Marika'nın o akşam işe gelmeyeceğini, patrondan izin alıp çıktığını söylediği andan, kamaramda onu kanlar içinde ve bıçaklanmış bir vaziyette yanımda yatarken bulduğum ana kadar olan zaman. Şimdi senden istediğim sevgili torunum" dedi Varnez, şöyle bir derin nefes alıp son sözlerini söylermişcesine konuştu "bu 5 saatte neler olup bittiğini bana anlatmanı isteyeceğim senden."
Öylece karşımda oturan yaşlı adama baktım. Sanki kendine güveni tam, sakin, huzur veren ifadesi ile o güçlü adam gitmiş, yerine kuşkulu, meraklı, sıkıntılı, adeta yalvarır gözlerle bana bakan bir adam gelmişti. Kendimi toparlayıp, düşüncelerimi mantık süzgecinden geçirip, arka arkaya soracağım soruları zihnimde toparlayıp karşımdaki yaşlı adama bir bir sormak için düşündüğüm uzun zaman boyunca hiç konuşmadan sakin sakin bana baktı. Artık o baştaki düşüncelerimi okuma, bana, sormadan cevap verme numaralarına başvurmuyordu. "Bu senin hayatının en büyük deneyimlerinden biri olabilir. Dediklerimi kabul eder ve yazıcı ile birlikte bu gece yarısı kalkacak vapura binersen, bana yapacağın bu iyiliğin bir karşılığı olarak, hayatının bundan sonraki kısmında faydasını göreceğin çok büyük tecrübeler edinmiş, bazı insanlara üstün gelebilecek meziyetler ile donatılmış olarak geri döneceksin. Tabii dönmek istersen." dedi Varnez. Güneş yavaş yavaş ağaçların ardında batmaya başlamıştı. Büyük zeytin ağacının altındaki siyahlar giymiş beyaz saçlı kadın hiç kıpırdamadan hala olduğu yerde duruyor ve sanki sabırla konuşmamızın bitmesini, sonra onun yanına gitmemi bekliyordu. Ancak benim önce bu yaşlı adama soracağım sorular vardı. Ona 'merhaba amca, ne güzel bir gün değil mi?' diye sorduğum andan itibaren olan tüm tuhaflıkların cevabını tek tek verecekti. Ben ağzımı açıp sorulara en baştan başlamadan önce Varnez konuştu. "Bineceğin vapurun adı 'Vapur-u Mahsus' unutma."
Tamam dedim Varnez'e unutmam. 'Ama şimdi en baştan alalım. Sen benim soracağım sorulara cevap ver. Bana bütün bu olup bitenlerin ne anlama geldiğini, bu tuhaf hikayedeki gizemin ne olduğunu açıkla ki, ben de sana yardım edebileyim.' dedim. "Tamam dedi" Varnez "ancak bence baştan değil, sondan gidelim. Çünkü ben sana bundan 28 yıl önce, 78 yaşımda öldüğümü söyledim. Bu senin için normal birşey olmasa gerek. Bu, beni siz 'başıbozuklar' için hayalet, hatta hortlak yapıyor" diye havası tekrar yerine gelmiş gibi devam etti. Ben 'tamam oradan başlayalım, araf'ta kaldığını söylemiştin' dedim. "Evet" dedi Varnez ve devam etti "Bilirsin; bizler kefaret gereklerini yerine getireceğine söz vermek kaydıyla günahlarımızın bize yüklediği suçluluktan arınabilmek için bunları bir din adamına itiraf etmek zorunda kalırız. Buna günah çıkarmak deniyor genel olarak. Tabii bunun için işlediğin günahları bilmek, kabul etmek gerekmektedir ki; itiraf edebilesin. Kendinde olmadığın, ne yaptığını, ne günah işlemiş olabileceğini bilemediğin durumlarda günah çıkarma imkanın da yoktur. Tıpkı benim beş saatlik karanlık zaman diliminde yaşadıklarım gibi. Ama bir gerçek var ki; tanrı bütün ruhların kurtarılmış olmasını istiyor. İşlediği günahlarından gerçekten pişman olan ve sevapları günahlarından daha fazla olan kullarını tanrı affediyor ve cennetine kabul ediyor. Günahları daha fazla olanları 'berzah' denilen yerde kötülüklerinden arınmak üzere bekletiyor. Benim gibi sevap ve günahları eşit olanların ise melekleriyle birlikte yeryüzüne, bilinmeyenleri tekrar çözmek üzere geri gitmesine izin veriyor. İşte ben karşında bu nedenle bulunuyorum. Bilinmeyenleri çözmek üzere. O ağacın altındaki de benim meleğim. O melek tabiidir ki benim o kayıp zaman dilimimde ne olduğunu biliyor. Ama ben bilmeden ve günahım varsa af dilemeden, bu kötülükten arınmadan hakkımda hüküm veremiyor. Yani şu anda ruhum karşında, meleğim ise arkanda, o zeytin ağacının altında duruyor.
Varnez bunları söylerken benim üzerimdeki sükunet ve olayları, anlatılanları normal karşılama hali, tam bir tevekkül durumu, geçerliliğini sürdürüyor. Artık Varnez'in söyledikleri bir hikaye olmaktan çıkmış, benim çok normal karşıladığım ve mantıklı bulduğum bir gerçek halini almış durumda. Bu halimin ne kadar süreceği, beni nerelere götüreceği ve başıma ne işler açabileceği içinde bulunduğum an için tam bir muamma. Fakat bu durumdan gizli bir zevk aldığımı da düşünüyorum. Kafamı tekrar toparlayıp 'o zaman ilk tanışmamızda benim bilmediğim bir dili anlamam, hatta konuşmam senin için çok da imkansız değil, bunları yapabilecek güç sana verilmiştir' diyorum. "Evet" diyor Varnez "senin düşüncelerini okumam da olayları hızlandırmak, seninle hızlı bir şekilde iletişim kurabilmek için bana bahşedilmiş yeteneklerden biri." diyor. "İletişimle ve bir birimizi anlamakla vakit geçirmememiz gerekiyordu. Biliyorsun vaktimiz az. Vapurunun kalkmasına az bir zaman kaldı. Seni hazırlayıp gece yarısından önce kalkacak vapurla köprüye göndereceğiz. Vaniköy iskelesinden köprü, o vapur ile bayağı bir zaman alacaktır." diyor ve arkasına yaslanarak yüzüme bütün bu anlattıklarına şaşırıp şaşırmadığıma bakarcasına bir bakış atıyor Varnez. 'Demek Vapur-u Mahsus Vaniköy'den kalkıyor' diye düşünüyorum.
'Peki' diyorum. Başta anlamadığım ama dinledikçe ve konuştukça Fransızca olduğunu düşündüğüm bu tuhaf dil nedir?" diye soruyorum. Varnez gülümseyerek "Senegal Fransızcası" diyor. Babam, yani senin dedenin dedesi Fransa'nın Senegal'i işgali sonrası, misyoner olarak orada görev yapmıştı. Ben de orada doğmuş, orada okumuş, Fransa'nın savaşa girmesi ile de asker olarak Fransız donanmasına katılmıştım. Senegalli askerlerin de bulunduğu Fransız gemisinde 18 gibi genç bir yaşta başçavuş olmam da bu nedenle olmuştu. Yıllarca Fransız donanmasında askerlik yapmış Senegallilerin bu rütbeye gelmesi ise yıllarını alıyor, bazen hiç bir rütbe alamadan askerlikleri bile sona erebiliyordu. Neyse fazla uzatmayalım başka sorun var mı?" diyor Varnez gülümseyerek. 'Evet' diyorum 'benim bildiğim dedem müslüman bir din adamıydı, sen ise hıristiyansın. Bu nasıl oluyor?' Varnez "Bunun dedenle bir alakası yok. Deden tabii ki müslümandı. Benim kızım Myriam dedenle evlendi. Adı Meryem oldu. Yani ben babanın dedesiyim evet, ancak babasının babası değil, annesinin babasıyım. Merak etme Müslümanlığına halel gelmedi" diyor müstehzi bir ifadeyle. Bense umursamaz bir ifadeyle gülümsüyorum. Böyle bir hikayenin sonunda Hıristiyan olduğumu da öğrenmiş olsam pek şaşırmazdım diye düşünüyorum.
Ve asıl soruya geliyorum. 'Bu 5 saatte neler olup bittiğini bana anlatmanı isteyeceğim senden' demiştin, bu nasıl olacak? Bundan 90 yıl önce başından geçmiş bir olayı ben sana nasıl anlatacağım? Vapur? Adı neydi? Evet, vapur-u mahsus. Buna binerek nereye, ne yapmaya gideceğim? Yazıcı ile ne konuşacağım?' Arka arkaya sorduğum bu soruları Varnez gülümseyerek ve sakince dinledikten sonra "evet işin en önemli kısmına geldik" dedi. "Başından beri, bana sen yardım edeceksin, bu 5 saatlik zaman dilimini bana sen anlatacaksın, o vapura bineceksin derken söylemek istediklerime" diyerek ciddileşti Varnez. Bana tekrar yanındaki sandalyeyi göstererek "gel otur ve şimdi sana anlatacaklarımı çok iyi dinle. Çünkü istediklerimi yapsan da, yapmasan da hayatın bundan sonra hiç bir zaman eskisi gibi olmayacak. Bu kötü olacak anlamına gelmiyor. Biraz da sana bağlı iyi ya da kötü olması. Ancak kararını verdikten sonra bundan dönüşünün olmayacağı kesin." dedi, ben yerime oturduktan sonra. Ve derin bir iç çekerek devam etti "Şimdi gelelim sorularına. Bundan 90 yıl önce başımdan geçen olayı bana sen anlatacaksın. Bu nasıl alacak diye sorarsan ki; soruyorsun, sen orada olacak ve o beş saatlik zaman dilimini yerinde izleyeceksin. Yazıcı'nın seni Vaniköy iskelesinden bindireceği vapur seni oraya götürecek.
'Oraya mı götürecek?!' sen ne diyorsun diye tekrar ayağa fırlıyorum. Karşısına geçiyorum tekrar ve diklenerek 'yani ben bir vapura bineceğim ve indiğim yerde yıl 1920 olacak. İstanbul'un işgal yıllarına, doğduğum şehrin işgal altındaki günlerine. Hem de ne için; vatanımı işgal etmiş bir ülkenin, bir subayına yardım için. Ne olacak? Bana cevap ver! Ne olacak bütün bunlar deli saçması hikayeler, her nasıl olduysa benim aklımı çelen bir takım numaralar, oyunlar, illüzyonlar, ne diye bütün bunları dinliyorum ki deyip çekip gitsem. Söyle ne olacak?!' diye bağırıyorum kontrolümü kaybetmiş bir şekilde. 'Yeter artık' diyorum. 'Sen ve orada, şu zeytin ağacının altında duran, yazıcı dediğin, beni bu ana kadar elinizde oynattınız. Ben de kendimi filmlerde, romanlarda rastlanabilecek fantastik bir hikayenin içinde zannettim. Belki de bu güne kadar başıma gelebileceğini hayal ettiklerimin bana oynadığı bir oyundu bu. Hayal ettiğim şeylerin gerçekleşmiş olabileceğini zannettim. Öteki dünya, geçmişe dönmek, zamanda yolculuk etmek, ruhlar, melekler falan. Bana bütün bunların aklımın bana oynadığı bir oyun olduğunu söyle lütfen' diyorum. Varnez iki eliyle bacaklarının arasında tuttuğu bastonunu bana doğru uzatıyor ve "tut" diyor. 'Yine başladık oyunlara diyorum' içimden ve elimi bastona uzatıyorum. Ama tutamıyorum. Bir adım ileri giderek diğer elimi de uzatıyor ve bastonu ortasına doğru iki elimle kavramaya çalışıyorum. Ama yok, sadece havayı avuçluyorum iki elimle.
İki adım daha atarak Varnez'in bastonu tutan eline doğru hamle ediyorum. Ama aynı şey oluyor. Varnez'i de tutamıyorum. Evet Varnez de bastonu gibi gözle görünüyor ama elle tutulamıyor. Birden bütün vücudumda beni yakan bir alevin dolaştığını hissediyorum. Varnez ise gayet sakin. Artık ne gülümsüyor ne de alaycı bir ifade ile bakıyor. Sadece benim şaşkınlığım henüz geçmeden "en büyük hayaline benziyor, değil mi?" diyor. Ne hayali diye düşünürken, "Hani, hep 'bana gerçekleştirmen mümkün olsaydı ne olmak isterdin diye sorsalar görünmez olmak istediğimi söylerdim' diye düşünürdün. İşte sen benim gibi görünür ama dokunulamaz, tutulamaz değil, hem görünmez, hem de dokunulamaz ve tutulamaz, hissedilemez olacaksın. Ama her şeyi görecek, hissedecek ve duyacaksın. Ancak hiç kimse ile konuşamayacaksın. Kimseye sesini duyuramayacaksın. Bu nedenle korkacak, çekinecek bir durum yok. Hayatının en büyük tecrübesini yaşayacaksın. 90 yıl önceki İstanbul'da, o çok sevdiğini bildiğim Beyoğlu'nda, Tünel'de, Galata'da elini kolunu sallaya sallaya dolaşacaksın. Yaklaşık 7-8 saatini 1920 yılında geçireceksin. Belki de bu 7-8 saatin romanını yazacaksın. Sana kimse inanmayacak tabii. Ama bu deneyimi yaşayanlar ve yazanlar oldu. Onlara da kimse inanmadı. Sen de okumuş, yazarın hayal gücüne gıpta etmiş, 'sanki oradaymış gibi yazmış' demiştin. Aynı şeyi senin için de söyleyebilirler. Bütün bunlar senin için bir anlam ifade etmiyor mu? Bu az şey mi? Böyle bir şansa kaç kişi sahip olabilir? Bir düşün" diye beni sakinleştirme ve ikna etme çabasına devam ediyor Varnez.
Benim ise, o daha bunları anlatırkan içimi bir heyecan sarıyor, bir an önce ne olacaksa olsun fikri benliğimi kaplıyor. Bu müthiş deneyimi bir an önce yaşamak, tamam hadi yapalım şu işi dememek için kendimi zor tutuyorum. Çünkü korkularım ve şüphelerim henüz tam anlamıyla yok olmuş değil. 'Bana anlatmadığın, benim için sürpriz olabilecek, bir tehlike arz edecek durum, altından kalkamayacağım bir zorluk, geri dönülemez hatalara yol açabilecek yanlışlar yapma ihtimalim yok mu? Her şey bu kadar güzel ve basit mi? Alacağım tüm riskleri bilmek istiyorum.' diyorum. Varnez "Benden bu kadar. Bana düşen, benim için bunu yapmaya seni razı etmekti. Eğer bunu yapmaya kendini hazır hissediyorsan, yapacağım diyorsan, gerisi yazıcı ile senin aranda geçecek. Zeytin ağacının altına, onun yanına gidip sana söyleceğim sözü ona söylediğinde ve karşılığında 'evet, müsaade ediyorum' cevabı aldığında artık geri dönüş olmadığını, yolculuğun başlayacağını bilmelisin." dedi ve ekledi Varnez " Başına bir kötülük gelmesinden, hata yapmaktan bu kadar korkma, insanın başına gelen öyle kötülükler vardır ki; bunların bize yaptığı iyilik, açtığı yeni kapılar sayesinde ömrümüzün sonuna kadar mutlu oluruz." Varnez'e hak verdim ve 'içine düştüğüm en kötü durum, hayatımın sonuna kadar mutlu olmamı sağlayacak bir kapı açmıştı bana' diye düşündüm. Artık kendimi hazır hissediyordum. Yapacağım dedim içimden ve vazgeçmeden söyleyebilmenin telaşı ile Varnez'e sordum. 'Nedir yazıcıya söyleyeceğim söz?' Varnez rahatlamışcasına yarı gülümser bir ifade ile söyledi o sözü. "Bu gece bedensiz bir ruh olmama müsaade eder misin?"
'Tamam' diyorum Varnez'e. 'Yazıcının yanına gidip bunu ona soracağım. Ama bu soruyu sormadan önce ona başka sorularım da olacak. Benden bu kadar dedin, ama yine de bunu sana soracağım. Ben 90 yıl öncesine gidince, bu hikayede adı geçenleri nasıl tanıyacağım. Marika'yı, hatta senin 20 yaşındaki halini nereden bileceğim. Beni, sen de göremeyeceksin değil mi?' diye soruyorum. Varnez suratıma şaşkın ve düşünceli bir ifade ile bakıyor ve "Bilmiyorum" diyor. "Bunu hiç düşünmedim. Ama sana her şeyi yaptıracak bu yüce güç, eminim bunun bir çaresini düşünmüştür. Haydi git artık. Sorularını yazıcıya sor" diyor. "Güneş doğup sabah olduğunda, bana getireceğin hikaye ile ruhum, huzur bulacak. Ben burada seni bekliyor olacağım." Kararlı bir şekilde arkamı dönüyor ve uzaktaki zeytin ağacının altında, artık karanlıkta zor seçilen yazıcıya doğru bakıyorum. Bembeyaz, uzun saçları karanlıkta parlıyor. Ona doğru yürürken soracağım sorular arka arkaya beynime hücum ediyor. Yazıcının yanına vardığımda onun göründüğünden daha uzun, omuzları geniş, teni adeta içi görünecek kadar şeffaf, yüzü insanı sersem eden tuhaf bir huzur ile kaplı olduğunun farkına varıyorum. İyice yaklaştığımda ise burnumdan genzime inen, sonra bütün içimi kaplayan hoş kokulu bir esintinin ondan bana doğru geldiğini hissediyorum. Sağ elinde pırıl pırıl parlayan kırmızı bir elma var. Dikkatlice bakınca elmanın ısırılmış olduğunu fark ediyorum. İnsanın içini rahatlatan sakin ve huzur dolu sesiyle "görüyorum ki içinde bin bir soru dalgalanıp duruyor. Cevapsız soru yok. Hemen cevaplara geçelim" diyor ve benim soru sormama fırsat vermeden devam ediyor. "Şunu peşin olarak kabul etmelisin ki; senin 'maddeci' olarak gelişmiş zekan, bazı olayları makul ve basit bir biçimde anlamana engel olabilir. Bu nedenle cevaplara şu sorundan başlayalım. Ruh nedir?"
"Önce şunu bil ki ruh; melekleri gören, fakat meleklerin dahi onu görmediği varlıklardır ve o, insanın özüdür. Yani sana 'müsaade' ettiğimiz andan itibaren benden başka seni yanlızca Evrenin Ulu Mimarı görebilir. Ben de seni ancak vapura bindirene kadar görebileceğim. Evet; ruh nedir diyorsun. Ben nasıl ruh olacağım, ölecek miyim diye soruyorsun. Önce ruhu senin anlayabileceğin şekilde açıklayayım. Bütün 'sözleri' ruhsuz bedenler, yani cesetler olarak düşün, işte bu cansız bedenlere ruh vermek bu 'sözlerin' ağızdan çıkarak 'kelam' olması, anlam yüklenmesidir. Ancak ağızdan çıkan sözler 'etki' sahibidir. Söze güç katan ağızdan çıkması ise, cansız bedenin de insan olabilmesi için ona ruh yüklenmesi gerekmektedir. Tabii ruhu tarif etmenin bir çok şekli vardır ama bu benim en sevdiğim tariftir" diyor yazıcı ve hızla devam ediyor. "Gelelim senin bedensiz bir ruh olmana. Bu senin anladığın manada ölüm, 'can' dediğin ruhun, bedenle bağlantısının koparılmasıdır. Senin de kalbin geçici bir süre duracak, bedenin bana, ruhun Evrenin Ulu Mimarına emanet olacak. Vazifen bitip, canlıların uyanıp, ruhları rahatsız etmeye koyuldukları o saatte kalkacak vapura adımını attığın anda, ruhunu o alemden kurtaracak, vapurdan indiğin anda ise ruhun ile bedenin yeniden bir araya gelecek. Tabii o vapura binersen. Eğer zamanında binemezsen veya binmekten vaz geçersen ki; -binmekten vaz geçenler de olmuştur-, bu çok sıkıntılı durumun vebali sana orada anlatılacaktır. Bunun çok çeşitli sonuçları vardır ancak şimdi bunu düşünmemeni, bir müddet mistik bir alemde seyahat etmenin sana vereceği hazzı tam manası ile yaşamanı, vazifeni ifa etmenin yanı sıra yaşadıklarından, gördüklerinden, hissettiklerinden zevk almanı tavsiye ederim. Vapurun yolcularına gelince seninle birlikte yedi kişi olacak. Her biri bir başka hakikatin temsilcisi, en küçüğü yirmi, en büyüğü seksen yaşında ve onar yaş ara ile.
Yaşları itibariyle temsil ettikleri hakikatler ise şunlar olacak. En genciniz 20 yaşında olacak ve hakikati, içini kavuran 'aşk tutkusu' olacak. Otuz yaşında olanı, peşine düştüğün 'ümit yıldızı'dır. Kırk yaşında olanınızın hakikati, ürperten 'günah lezzeti' dir. Altmış yaşında olan, tatmak istediğin 'adalet zehri'dir. Yetmiş yaşında olanınız, gönlünde şüpheler yaratan 'fazilet hazinesi'dir. Son olarak seksen yaşında olanınız, ancak o yaşta kavrayabileceğin 'hayat sırrı' na sahiptir. Tahmin edebileceğin gibi elli yaşında olan da sensin. Bu hakikatler her birinizin pek iyi çözdüğünü zannettiği aşktır, ümittir, günahtır, adalettir, fazilettir, hayattır. İşte döndüğünde seni bekleyen bahtiyarlık tüm bu faziletlerin hepsine gerçek manada sahip olmak, bu hakikatlerin ve bunlara bağlı olan veya olmayan bilinmedik güzelliklere kavuşmaktır" diyor ve susarak bana bakıyor yazıcı. Ben artık adeta beni bekleyen geleceğin heyecanı içinde kendimi unutmuş durumdayım. Hiç bir şey söylemeden yazıcının elinde tuttuğu elmaya bakıyorum. Onun orada olmasının bir sebebi olduğunu ve zamanı geldiğinde kullanılacağını artık sezebiliyorum. Yazıcı anlıyor ve elinde tuttuğu elmayı yavaşça bana doğru uzatarak 'Adem ile Havva'nın elması diyor. Onlar yemeleri yasaklandığı halde yedikleri için o alemden bu aleme gönderildiler. Şimdi ise sen bizim müsaademiz ve kendi rızan ile ısırdığında bu alemden öbür aleme gideceksin. Yani o soruyu bana sorduğunda ve biz müsaade ettiğimizde bu elmadan ısıracak ve bedeninin ağırlığından kurtularak hiç bir zaman olamadığın kadar tek başına kalacaksın. Bir sen, bir Evrenin Ulu Mimarı. Fakat unutma ki; O'nunla baş başa kalmaktan daha zengin bir kalabalık olamaz." diyor ve artık zamanın geldiğini belli edercesine "evet, kafanda çok soru var ama hepsi bir birinin benzeri ve cevapları da öyle. Şimdi son kez düşün bakalım, bedensiz bir ruh olmaya kendini hazır hissediyor musun?" dediği anda hiç düşünmeksizin '"Bu gece bedensiz bir ruh olmama müsaade eder misin?' diyorum içim titreyerek. Yazıcı biliyordum dercesine elmayı bana uzatırken "evet müsaade ediyorum" diyor. Yine hiç tereddüt dahi etmeden uzattığı elmayı alıyor ve ısırıyorum.
Elmayı ısırdığım anda başıma bir topuz indirilmiş gibi adeta kafam eziliyor ve kulaklarımda çan seslerine benzeyen garip çınlamalar hissediyorum. Etrafımda ufuklardan göklere doğru uzanan ne varsa karanlıklar arasında yavaş yavaş uzaklaşıp kaybolmaya başlıyor. Ölüm bu muymuş diye düşünürken, gecenin zifiri karanlığında yırtıcı hayvanların fosforlu gözleri gibi parlayan yıldızlar son gördüklerim oluyor. Sonrası ebedi sağırlığın sessizliği. Ne kadar geçtiğini anlayamadığım bir süre sonra serin, taze, gürültüsüz bir rüzgarın getirdiği tuhaf bir koku ile yeni uyanmış bebekler gibi esneyerek uyanıyorum. Herkesin konuşmadan beklediği, kalabalık, sessiz bir iskelede. Kalabalık sessizce bekliyor. 'Hani yedi kişi olacaktık' diye düşünüyorum. Nereden, nasıl çıktığını anlayamadan kalabalığın arasında beliriveriyor yazıcı ve "bu vapura bizim 'başıbozuk' dediğimiz insanlar da biner. Yani bildiğin ve senin de az önce aralarında bulunduğun insanlar. Onlar sizi ve beni görmüyorlar. Senin ruh olarak ilk tecrüben burada başlıyor. Etrafına dikkatli bakar ve herkesi iyi incelersen diğer altı 'hakikatin şahidi'ni fark edeceksin" diyor ve benim incelemem için kenara çekiliyor. Bekleşen kalabalığın içinde altı 'hakikatin şahidi'ni ararken daha çok insanların soluk renkleri, beklerken bir birlerini hiç tanımadıkları halde adeta boy ölçüşen tavırları, ikiyüzlü, kibirli, huzursuz halleri dikkatimi çekiyor. Huzurlu görünen bir kaç insan dışında, hepsi acınacak durumda geliyor bana. Hepsi aynı vapuru bekleyen yolcular değilmiş ve adeta eşitlikten tiksinen, kibirli bakışlarla birbirlerini süzen insanlar. Sanki bir birine selam veren bir kaç insan bile, karşısındakinden ileride nasıl bir fayda sağlayacağını düşünerek selam veriyor. Bütün bu insan kalabalığının içinde onları tek tek seçmeye başlıyorum. Kutsal bir törenin başlamasını bekleyen havarilere benzeyen, sakalsız, pırıl pırıl parlayan yüzleri, farklı ışıkları ile hepsi aynı anda diğerlerini tanımış gibi ahenkli bir saygı ile birbirine bakan yedi 'hakikatin şahidi.'
Yazıcı tekrar yanımda beliriyor ve "Evrenin Ulu Mimarı'nın özel lutfu ile yanından gelip geçen kimseleri ve şahitlik edeceğin insanları tanımadığın halde, kim olduğunu ne işle uğraştığını, nasıl biri olduğunu sezmeye muvaffak olacaksın. Bazı anların hemen arkasından ne olacağını hissedebileceksin. Ancak hiç bir olaya müdahale edemeyeceksin. Kimsenin akıbetini değiştiremiyeceksin. Çünkü gördüğün herşey zaten gerçekleşmiş, alemler içindeki yerlerini almış olacaklar. Yani yolun ortasında yatan bir kedi yavrusunun biraz sonra gelecek arabanın atlarının altında kalacağını hissedebilsen de kedi yavrusunu tutup bir kenara koyamayacaksın. Her şeye dokunabilecek, hissedebilecek, koklayabilecek ancak hiç bir şeyi hareket ettiremeyecek, hiç bir şey yiyemeyecek, içemeyeceksin. Öyle kapıları dokunmadan açabilecek, duvarların içinden geçebilecek, duvarların arkasını görebilecek meziyetlerin olmayacak. Yani bir yere girmen gerekirse, birisi kapıyı açarsa girebileceksin. Bu koşullar içinde hiç kimseye görünmeden her yere girebilecek, görmen gereken ne varsa göreceksin. Ve en güzel yanı ne yaparsan yap hiç bir şeyden zarar görmeyeceksin. Canın yanmayacak, hatta ölemeyeceksin bile. Unutma. Sen artık bir ruhsun." diyor. Kelimelerin ağzından müziği andıran bir ahenkle çıktığını hissediyorum. Hep böyle mi konuşuyordu, ben şimdi mi böyle hissediyorum diye düşünürken "benden buraya kadar" diyor yazıcı. "Vapurunuz geldi. Gün ağardığında ve bu vapurdan indiğinde ben yine burada olacağım" diyerek dönüp giderken son sözlerini mırıltılar halinde duyuyorum. "Doğrular hareket halinde, bunu hiç kimse durduramaz artık!"
İskelenin iki kanatlı ahşap kapısı gıcırtılar içinde iki yana açılıyor. Kalabalık sessizce ve bir çoban köpeğini takip eden koyunların uysallığı içinde vapura binmeye başlıyor. Kalabalığa karışarak biz de yürüyoruz. Şimdi yedi şahit, omuz omuza, bir aradayız ve üzerimizde yıllarca efendisinin söylediğinden başka bir şey yapmamış bir kölenin, azad edildiğinde ne yapacağını bilememesi gibi bir hal var. Vapura biniyoruz ve etrafımıza ne yapmamız gerektiğini düşünerek bakıyoruz. Herkesin yüzünde hiç bir şey anlamayan, fakat anlamadığını da belli etmek istemeyen bir ifade var. Kendimi ne yapacağını bilemeyen bir zavallı gibi hissediyorum. Ağzımı açıp konuşmaya korkuyor, geçip bir yere oturmaktan çekiniyor, kendimi filmlerde seyrettiğim hortlaklara benzetiyorum. Anlık bir heyecanın büyüsüne kapılarak, böyle inanması zor bir olayın kucağına kendimi attığım için, müthiş bir pişmanlık duyuyorum. Tüm camları, kapıları, her menteşesi ve çivisi yerinden oynuyormuş gibi titreyerek iskeleden ayrılan vapurun camından, yaşadığım dünyaya son bir kez daha göz atarcasına, hüzünle bakıyorum. Uskurlu vapur, motorlarının gücünden çok, boğazın akıntısına kendini bırakmış vaziyette kızkulesi önüne geldiğinde içimdeki pişmanlık ve zavallılık duygusu yerini, ateşli bir merak duygusuna bırakıyor. Çünkü ay ışığı altında parlayan çinko kaplı çatısı ve yanıp sönen güçlü ışıldağı ile Kız Kulesi, o bildiğim Kız kulesi değil. Yazıcının 'mistik bir alemde seyahat etmenin sana vereceği hazzı tam manası ile yaşamanı, vazifeni ifa etmenin yanı sıra yaşadıklarından, gördüklerinden, hissettiklerinden zevk almanı tavsiye ederim." sözlerini anımsayarak 'Evet işte artık görünmez adamsın. Hiç bir hayal gücünün yaratamayacağı bir hikayenin içindesin. Ve 1920 yılındasın. Keyfini çıkar.' diyorum kendi kendime.
Her tarafı ahşaptan yapılmış, duvarları lambriler ve aynalarla süslü, zarif vapurumuzun dış tarafına çıkıyorum. Duvardaki pirinç levhada vapurumuzun 1910 yılında İngiltere, Newcastle'da Armstrong Ship tezgahlarında yolcu vapuru olarak inşaa edildiği, parçalar halinde İstanbul'a getirilerek Hasköy Tersanesinde monte edildiği bilgisi yer alıyor. Yani vapurumuz 10 yıllık. Henüz yeni sayılır. Vapur köprünün Karaköy ayağına yakın yerinde, köprüye ek olarak yapılan duba halindeki iskeleye yanaşıyor. Yine sessizce ve sakince, hiç telaş etmeden yolcular birer birer vapura uzatılan tahta iskele üzerinden köprüye ayak basıyor. Yedi şahit, herkes kendi başının çaresine baksın der gibi bir ifade ve saygılı selamlaşmalarla bir birinden kopuyor. Ben insanların arasından geçerek Karaköy tarafına, köprünün bitiminde bekleyen arabalara doğru hızla koşturuyorum. Akşamın bu geç saatinde bekleyen dört beş araba var ve ben Tepebaşı'na gidecek bir yolcu kollamaya başlıyorum. İlk gelen yolcu kısa bir pazarlıktan sonra Fındıklı'ya doğru gitmek üzere arabaya atlıyor. Sonra gelen iki yolcu hiç pazarlık etmeden Çarşamba yönüne gidiyor. Daha sonraki arabalar da benim hiç işime yaramayan yerlere doğru arabayı sürdürünce beni, burada kalacağım korkusu sarıyor. Yüreyerek defalarca çıktığım Karaköy-Tünel arasını bu vakitte ve bu "yılda" çıkmayı gözüm hiç almıyor. Bir ruh olarak, bana hiç kimsenin zarar veremeyeceğini bildiğim halde, heyecanla şu son arabayı hiç değilse Tepebaşı yakınlarına götürecek biri çıksa diye düşünürken iyi giyimli, şık bir bey gelerek arabanın kapısını açarken, arabasının üzerinde kamçısı elinde hazır bekleyen arabacıya, 'Tepebaşına, Bartoli Birahanesine evlat!' diyor kibarca. Ben şaşkınlık içinde bunun bir tesadüf mü, yoksa ilahi bir yardım mı olduğunu düşünürken, arabanın kapanan kapısının aralığından kendimi içeri zor atıyorum.
Araba, bankalar caddesi üzerinden Şişhane'ye, oradan Tepebaşı'na doğru yollanırken, atların ayakları, parke taşlı yokuşlarda bir kaç kez kayma tehlikesi atlatsa da, sağ salim birahanenin önüne varıyor. Yolun, at arabasıyla onbeş dakika bile sürmemesi bana, bu zamanda yolculuğunun daha rahat olduğunu gösteriyor. Şık amca ile birlikte arabadan iniyorum. Adam buraya her zaman gelen biri olduğunu belli edercesine, arabacıya parayı uzatıyor ve dönerek birahanenin kapısına doğru yollanırken arabacı arkasından 'teşekkürler beyim, teşekkürler' diye minnetle bağırıyor. Birahahenin kapısındaki güzel giyimli ve kibar kapıcı, kapının önünde konuşmakta olduğu iki kadını kenara doğru alırken iki büklüm vaziyette açtığı kapıdan yaşlı beyi içeri buyur ediyor. Adam içeri girince kapıcı kapıyı örterken ,tekrar iki kadına dönerek başından aşağı omuzlarına doğru siyah şalını bırakmış güzel kadına 'Yine izni kopardın patrondan. Zaten sana kolay kolay hayır diyemez bizim patron. Biz olsak kapıyı çoktan göstermişti' diye sitemkar ve alaycı bir ifade ile söyleniyor. Güzel kadın omuzlarına düşmüş siyah şalını başına geçiriyor ve o anda yanında duran ve daha önce dikkatimi çekmeyen yüzü kahverengi peçe ile kapalı kadına "hadi yürü Yadenur" diyor, birahanenin kapısından hızla uzaklaşırken. Kadın önde eteklerini savurarak hızla yürürken, Yadenur ona yetişmek için hızlı adımlarla arkasından koşturuyor. Caddeye çıkıyorlar. Ben şaşkın şaşkın arkalarından bakarken 'Patrondan izin' diyorum kendi kendime ve güzel kadının arkasından adeta içimden sesleniyorum. Marika! Kararlı ve sert bir sesle arkadaşları ile sohbet edip şakalaşan arabacıya "gidelim" derken arabanın basamağına adımını atıyor Marika. Ben de Yadenur'un hemen arkasında arabaya binmek için bekliyorum. Burnum neredeyse ensesine değecek kadar yakınında durduğum Yadenur'un çiçek kokulu parfümü aklımı başımdan alıyor. Arabaya birlikte biniyoruz ve arabacının kırbacını şaklatmasıyla araba hareket ediyor.
Ben Marika'nın yanına oturuyorum ve Yadenur karşımıza geçiyor. Belli ki arabacı Marika'yı tanıyor ve nereye gideceğini biliyor. 'Eve, değil mi hanım' sorusuna Marika sertçe "evet" diyor. Araba hareket edince, Marika tekrar siyah şalını omuzlarına düşürüyor ve " Açsana şu peçeni Yadenur, sıkılmıyor musun?" diyor. Birden heyecanlanıyorum. İlk kez gördüğüm peçeli birinin, kadın kadına oldukları için rahatça yüzünü açacak olmasının, beni çırılçıplak soyunan bir kadını gizlice seyreden bir rontgenci durumuna sokmasından utanç duyuyorum. Yadenur zarif bir şekilde, eldivenli elleriyle boynundan aşağı doğru inen peçeyi tutuyor ve başının üzerine doğru yavaşça kaldırıyor. Peçenin açılması bana, sadece yüzünü değil, tüm bedenini çırılçıplak bırakmış gibi geliyor. Ve ilk gördüğüm kocaman, simsiyah gözleri oluyor. Sert, simsiyah sürme nedeniyle iyice büyük ve vurucu görünenen gözlerinden sonra ancak, görmediğim sonsuz bir güzellik ile karşı karşıya olduğumun ayırdına varabiliyorum. Baştan aşağı kahverengi satenden belinden büzmeli, vucuduna tam oturmasa da çok da bol olmayan bir çarşaf var üzerinde. Bedeni o çarşafın içinde bile yerinde duramıyor ve beni o bir dakikalık süre içinde aşkın okyanusuna, en derinlerine, dibine çekiyor. Yadenur arabanın sarsıntısı ile yüzüne düşen kumral saçlarını yavaşça ve adeta okşayarak toplayıp boynunun arkasına doğru sokuşturuyor sonra küçücük ellerini yüzünde gezdiriyor. Onun her hareketi beni esrarlı bir alevin kucağına atıyor. Araba sanki dağları bayırları aşıyor gibi, insanı oturduğu yerden bir karış havaya hoplatırken Yadenur'un göğüsleri, bir senfoniyi yöneten şefin batonu gibi dalgalanıyor. Düşündüklerimden utanıyor ve 1920 yılının İstanbulunda olduğumu, şu birkaç saatlik zaman diliminde hayatımın en büyük tecrübesini yaşadığımı hatırlayıp, gözümü Yadenur'dan zorla ayırarak, arabanın küçük penceresinin perde aralığından dışarı bakıyorum
Karanlık içinde saat kulesini seçebiliyorum. Eğer bu tahmin ettiğim ve çok iyi tanıdığım saat kulesi ise şimdi Dolmabahçe Sarayının önünden geçeceğiz diye düşünüyorum. Aklıma sol tarafa, İnönü Stadı'nın olduğu yöne bakmak geliyor. Ama karanlıkta pencereden yol boyunca ağaçların arkasında uzanan iki katlı, beyaz boyalı, harap binalardan başka bir şey göremiyorum. Buranın Dolmabahçe Sarayının at ahırlarının bulunduğu yer olduğunu hatırlıyorum. Tanrım, daha stad yapılmamış. Gördüğüm bu büyük değişiklik karşısında yaşadığım tecrübenin, akıl gücünün kavrayamayacağı bir hakikat olduğunun bilincine ilk kez varıyorum. Dolmabahçe Sarayının duvarları bittikten sonra artık deniz kenarından gidiyoruz. Şimdi Barbaros Hayrettin Meydanı olan alan yok ve yolun hemen kenarı iskele ve etrafı odun depoları ile dolu. Sol köşedeki Sinan Paşa Camii ile deniz arasında daracık bir yol var. Ben şaşkın şaşkın etrafıma bakınırken Marika geldiğimizi belli edercesine siyah şalını alnına doğru çekiyor ve yüzü açık kalacak şekilde kulaklarının üzerinden kapatıyor. Yadenur da sakince o güzel elleri ile peçesini tekrar alnından aşağı bırakarak yüzünü tamamen kapatıyor. Tül gibi ince kahverengi peçenin arkasından pırıl pırıl parlayan gözlerinin akına takılıyor gözlerim. Marika duran arabanın kapısını açarak çevik bir hareketle arabadan atlıyor ve arabacının parasını verirken önce Yadenur hemen arkasından ben iniyorum. İki katlı, cumbalı, pencereleri kafesli bir evin kapısında duruyoruz. Marika cebinden kocaman pirinç bir anahtar çıkarıyor ve eski ahşap kapıyı açıyor. Karanlıkta üçümüz kapıdan içeri süzülüyoruz ve girişte zemini taş sofanın ortasında duran masanın üzerindeki gaz lambasını yakıyor Marika.
Ortalığı loş bir aydınlık kaplayınca sofanın iki tarafında birer oda olduğunu, karşıdaki ahşap merdivenden yukarı çıkıldığını görüyorum. Marika lambayı alarak merdivenlerden çıkmaya başlıyor. Yadenur arkasından çıkarken ben ikisinin merdivenleri çıkışını seyrediyorum. Neler olduğunun merakı kaplıyor içimi. Varnez'in anlattığı hikayeye göre bir kaç saat sonra Sarayburnu açıklarındaki bir Fransız gemisinde öldürülmüş olacak Marika bu saatte, bu evde, ne yapıyor? Gaz lambasının uzaklaşması ile ortalık iyice kararmadan merdivenleri hızla çıkıyor ve halılarla tamamen kaplı büyükçe bir sofanın ortasında buluyorum kendimi. Marika cumbanın içindeki küçük kanapeye önce üzeriden çıkardığı şalı, sonra da çarşafı atıyor. Üzerinde tıpkı Varnez'in söylediği gibi gülkurusu bir ferace var. Kulaklarında salkım küpeler, ellerinde siyah saten eldiven, ayağında siyah ipekli diz çorabı, siyah rugan ayakkabılar. Ayakkabılarını çıkarıp kenara doğru ittiriyor, siyah saten eldivenlerini çıkartırken. Gür siyah saçları omuzlarına dökülüyor. Kömür karası gözleri, uzun, ok gibi kirpikleri,bembeyaz gerdanı ile gerçekten çok güzel bir kadın Marika. Ancak gözlerim Yadenur'a kayıyor sürekli. O da üzerindeki kahverengi çarşafını çıkarıyor ve sonra peçesini. Omuzlarından aşağı dökülen kumral saçları, kocaman kocaman bakan simsiyah gözleri, okka gibi burnu, kalınca siyah kaşları ile eski kartpostallarda gördüğüm güzeller güzeli afetlerden biri, kanlı canlı karşımda duruyor. Üzerinde zemini siyah mı, lacivert mi kestiremediğim, minik kırmızı çiçekleri, yeşil yaprakları olan basma bir elbise var. Kısa sayılacak ve vücuduna oturan elbisesinin altında yine siyah mı, lacivert mi anlayamadığım kalın bir çorap var. Onun yaşının da Marika gibi otuzdan küçük olduğunu düşünüyorum. Gaz lambasının odanın içinde yarattığı titrek loş ışık altında oldukça açık yakasından, taze ceviç içi beyazlığındaki göğüslerinin başladığı noktayı görebiliyorum. Bedeninin her kıvrımını dar elbisenin altında hayalimde canlandırıyor, güneş görmemiş vücudunun tüm güzelliğini gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. Ve düşündükçe değil bir faninin, hiç bir ruhun dahi ummadığı saadet ile dolu bir alemin rüyasına dalıyorum.
Daldığım alemden beni, kapının tekmelenircesine çalınması çıkarıyor. Marika ve Yadenur bu da kim der gibi birbirlerine bakıyor. Marika ceviz sehpanın üzerindeki lambayı alarak merdivenlere yöneliyor. Pencereden gelen sokak ışığının loş aydınlığında Yadenur ve ben başbaşa kalıyoruz. Aşağıda neler olduğunu, kapıyı böyle çalanın kim olduğunu anlamak için aşağı inmekle, Yadenur'u seyretmeye devam etmek arasında bocalıyorum. Ancak Marika'nın kapıyı açmasının ardından gelen bir erkekle tartışma sesleri üzerine, aşağı inmeye karar veriyorum. Merdivenin ortasına geldiğimde kılıksız sayılabilecek bir adamın Marika'yı kolundan tutmuş çekiştirirken görüyorum. Adamın elinde arabacıların kullandığı bir kırbaç var ve Marika'ya 'Rahat durmazsan seni şuracıkta boğazlarım, kimsenin ruhu duymaz' diyor sıkılı dişlerinin arasından tıslarcasına. Aşağıdaki bağırışmaları duyan Yadenur da merdivenlerden aşağı, girişe doğru inerken hızla yanımdan geçiyor. Yadenur'un adamın kırbaç tutan kolunu tutmasıyla adam Marika'yı bırakarak Yadenur'a okkalı bir tokat savuruyor. Suratının ortasına yediği tokatla savrulduğu duvarın dibine düşen Yadenur bir daha kalkamıyor. Ben hışımla girişe iniyor, Marika ile adamın arasına dalıyorum ve ikinci tokadı Marikaya indirecek adamın elini tutmaya çalışıyorum. Ama elim boşluğu avuçlarken, adamın tokadı Marikanın sol şakağında patlıyor. Sendeleyen, belli ki başı dönen Marika yere düşmüyor, ancak ayakları üzerinde zor duruyor. Adam direncini tamamen yitirmiş Marika'yı koltuklarının altından tutarak kapıya sürüklerken kapıda ikinci bir adam beliriyor. Yüzü simsiyah olan adamın suratına siyah bir boya ya da kömür tozu sürmüş olduğunu görüyorum. Marika'yı kucaklayan adamın da suratının aynı şekilde boyalı olduğunu o zaman fark ediyorum. Adam Marika'yı dışarıda bekleyen arabaya sürüklerken sonradan gelene sesleniyor. "Bir tane beklerken kısmetimizde ikincisi de varmış. Sen de şunu getir." Adam şaşkınlık içinde, yerde yatan Yadenur'u kucaklayarak hızla kapıdan çıkıyor. Hemen arkalarından ben de fırlıyorum.
İki adam da kucaklarında iki kadın ile birlikte hızla arabaya biniyor ve kapısını kapatırken biri arabanın üzerinde hazır bekleyen arabacıya "Sarayburnu'na çek! Hemen!"diye komut veriyor. Atları kırbaçlayıp arabayı hareket ettirmeden hemen arabacının yanına doğru atılıyorum. Artık arabanın kapısını açmaya yeltenmiyorum bile. Arabacının yanına tırmanırken yanında birinin daha olduğunu görüyorum. Ve dikkatli bakınca her ikisin de neredeyse arabanın üzerinde fanila ve donları ile oturduklarını görüyorum. Hava soğuk olmasa da bu durum tuhafıma gidiyor. Neler olduğunu, Marika ve Yadenur'u kaçıran bu adamların kim olduğunu, onları evlerinden zorbaca alarak nereye götürdüklerini bir türlü mantıklı bir şekilde değerlendiremiyorum. Ben buraya ilahi bir güç tarafından bir şahitlikte bulunmak, ölmüş bir insanın ruhunu huzura kavuşturmak için gelmedim mi? Bu film gibi gelişen olaylarlarla benim ve şahitlik yapacağım olayın ne alakası var? Bütün bunları düşünürken araba boş yollarda gecenin karanlığını yararak dört nala, önce Kabataş üzerinden Fındıklı'yı, ardından Galata köprüsünü geçerek Eminönü'ne varıyor bile. Sirkeci Garının denize bakan ve şimdi kullanılmayan muhteşem kapısı önünde, hemen denizin kıyısında arabacı atların dizginlerine asılarak arabayı durduruyor. Arabacı ve yanındaki adam saygıyla karışık korku içinde, hiç yerinden kıpırdamadan duruyorlar. Arabanın kapıları her iki taraftan da açılıyor. Ben de hemen aşağı atlıyor ve bekliyorum. Arabanın içinden at arabacısı kılıklı, yüzü kömür tozu ile boyanmış iki kaba adamın inmesini beklerken arabadan inenlerin hiç de beklediğim gibi olmadıklarını hayretle görüyorum.
Arabadan çok şık giyimli, daracık pantalonlarının paçaları pırıl pırıl parlayan çizmelerinin içine sokulmuş, gecenin karanlığında som altın parçası gibi parlayan sarı düğmeli redingotu, taranmış saçları ve pırıl pırıl yüzleri ile iki delikanlı iniyor. Ben, şaşkınlığımı hemen üzerimden atarak Başçavuş Varnez! Evet! Bu da Çavuş Richard diyorum; içimden mi, yoksa bağırarak mı, bilmediğim bir şekilde. Richard "Haydi Başçavuşum biraz daha gayret, şunları bir filikaya atalım, gerisi tamam" diyor ve arabacılara dönerek "elbiseleriniz arabanın içinde, bizi ne gördünüz, ne de bu gece buraya geldiniz. Her şeyi unutun. Yoksa bu Sarayburnu'ndan atacağım cesetlerinizi Mudanya'dan, balıklar tarafından lime lime edilmiş olarak çıkartırlar" diyor. Richard'ın bir buçuk senede iyi Türkçe öğrendiğini düşünüyorum. Aksanlı da olsa söyledikleri arabanın üstünde put gibi duran iki arabacıyı tir tir titretirken. 'Merak buyurmayın komutanım. Ne sizi gördük, ne de buraya geldik." diyor arabacı oturduğu yerden geriye bakarak. Richard ve Varnez'in arabanın içinden iki kadını da kucaklayarak alışını izliyor ve hemen "Komutanım gidelim mi buradan" diye soruyor arabacı. Richard "Yallah! Hemen defolun burdan" der demez arabacı dizginlere asılarak kırbacını atların sırtında öyle bir şaklatıyor ki , araba bulunduğu yerde ters yöne döndüğü gibi oradan uzaklaşıyor. Richard kucağında Yadenur ile çok sağlam ve dimdik dururken, Varnez kucağındaki Marika ile birlikte hemen önündeki denize yuvarlanıverecekmiş gibi ayakta yalpalıyor, bir o yana, bir bu yana salınıyor, neredeyse çömelecekmiş gibi dizleri kırılıyor, sonra toparlanıyor. Richard deniz kıyısında bağlı filikayı göstererek "Haydi Başçavuşum biraz daha gayret, şu filikaya atladık mı tamam" diyor.
Gerçekten filikanın içinde bekleyen Senegalli askerin yardımı ile Varnez, bir bezle ağzı sıkı sıkıya bağlanmış Marika'yı teknenin içine yatırdığı anda yere düşerek bayılıyor. Ya da sızıyor. Ya da uyuyor. Ricard ise hala baygın Yadenur'u, sakince filikanın içindeki banka yatırıyor. Onun da ağzı bağlı. Tüm güzelliği ile orada yatarken, dudağının kenarından sızan ve kurumuş kan tüm masumiyetine masumiyet katarken, ben hiç bir şey yapamamanın kahredici ruh hali içinde, sadece seyrediyorum. Zaten böyle olmayacak mıydı? Ben şahit değil miydim? Bana hiç bir olayın akışını değiştiremeyeceğim, aslında doksan yıl önce gerçekleşmiş, olmuş, bitmiş hadiselere müdahil olamayacağım söylenmemiş miydi? Aynen öyle oluyordu. Ben sadece 'şahit' oluyordum. Filika hemen açıktaki gemiye yanaşırken, Richard yukarıdan bir Senegalli askerin uzattığı merdiveni tutuyor ve Yadenur'u askerin yardımı ile gemiye alıyor. Sonra bir kuş gibi kucakladığı Marika'yı uzatıyor  yine filikadaki askerin yardımı ile. İki kadın da gemiye alınınca Richard yerde yatan Varnez'in yanına gidiyor. Ben de bu arada merdivenleri tırmanarak gemiye atlıyorum. Gemideki Senegalli asker yere yatırdığı iki kadına şaşkınlık içinde bakıyor. Aşağıda, filikada ise  Richard Varnez'i sarsarak uyandırmaya, ayağa kaldırmaya çalışıyor. Yarı baygın vaziyetteki, zil zurna sarhoş Varnez, Richard'a yaslanarak ve filikadaki askerin de yardımı ile zor bela gemiye alınıyor. Richard filikadan gemiye çıkan askere "Siz ikiniz, şu iki kadını bizim kamaramıza götürün. Biz de arkanızdan geliyoruz"diyor. İki asker yerde yatan kadınları kucaklayıp, subay kamaralarının olduğu bölüme doğru yollanırken, ben de arkalarına takılıyorum. Richard da Varnez'in kolunu boynuna dolayarak, sürüklercesine arkamdan geliyor. Ve gelirken, Varnez'in duyup duymadığı ile ilgilenmeksizin Fransızca söyleniyor.
"Gördün ya  Başçavuşum, bu işi benim usullerle halletmesek sen daha aylarca Marika'yı göreceğim diye, maaşı birahaneye kaptıracaktın. Günlerdir bu işi  artık halletmek için planlar yapıyorum. Bu akşam Marika'yı iş çıkışı kaçıracaktık. Ancak izin aldı eve gitti. Bu kızla bir planı vardı ama nedir bilmiyorum. Her neyse, senin bu kadar sarhoş olman neredeyse planlarımı bozacaktı, fakat bu gece bunu gerçekleştirmeyi kafama koymuştum ve başardık işte başçavuşum" diyor Richard. "Şimdi sen Marika'nı koynuna alır yatarsın, ben de hiç planda olmayan bu taze ile vakit geçiririm" diye ilave ediyor. Varnez ise onu ne duyacak, ne de anlayacak durumda. Richard onu adeta sürüklercesine, ardımdan getirmeye devam ediyor. Önümde iki kadını taşıyan askerler, dikkatle indikleri dar merdivenden, subayların bulunduğu kamaralara doğru ilerliyor ve Varnezin kamarası önünde durarak, onların gelmesini bekliyor. Richard nefes nefese kapının önüne geliyor, Varnezi göğsünden iterek, sırtını koridora yapıştırıyor ve diğer eli ile kapıyı açıyor. Askerlere "şunları yataklara yatırın" diyor. Marika ayık vaziyette ve inanılmaz bir soğukkanlılıkla adeta olabilecekleri kabullenmiş, bekliyor. Ne bir çırpınma, ne bir direniş. Öylesine sakin ve öylesine tepkisiz ki bir şeyler planladığını ve bunu sakince beklediğini düşünüyorum. Askerler küçük odanın iki yanındaki yataklara kadınları sakince ve dikkatli bir şekilde bırakıyorlar ve geriye, kamaranın kapısının önüne çıkıyorlar. Ben kamaranın kapısı önünde olan biteni izliyorum. Demir kapı ardına kadar açık ve üzerinde bir insan kafasından biraz daha büyük yuvarlak bir pencere var. Tam karşıda ise, odanın benzer bir pencere ile dışarı baktığı görünüyor. Gecenin zifiri karanlığında bir şey görünmese de günün ağarmasına bir kaç saat kaldığını tahmin edebiliyorum. İki yatağın arasında ve pencerenin hemen altında metalden, çekmeceli bir komodin var. Üzerinde bir çelik sürahi ve yine aynı parlak metalden iki bardak. Komodinin sağındaki duvarda ise küçük bir gardrop gibi duran iki kapılı bir dolap, onun karşısında ise bir masa ve bir sandalye yer alıyor. Masanın üzerinde Fransızca bir gazete, birkaç zarf ve mektup kağıdı duruyor. Oda gayet düzenli ve tertipli, yataklar yapılı vaziyette görünüyor. Anlıyorum ki odada iki kişi kalıyor ve burası Varnez'in odası. Fakat Richard burada kalmıyor. Diğer kişi kimdir, nerededir bilemiyorum. Belki de Varnez iki kişilik bu kamarada tek başına kalıyordu. Bunun şu anda önemi yok. Richard arabacılara söylediklerine benzer ifadelerle askerleri hiçbir şey görmediklerine dair tembihliyor. Askerler anladıklarını belli eder şekilde sertçe selam vererek koridorda hızla kayboluyorlar. Çavuş, Varnez'i tekrar omuzlayarak kamaraya giriyor ve benim şaşkın bakışlarım altında kapıyı suratıma kapatıveriyor. Ben koridorda, dışarıda,  yanlız başıma kalıyorum. Umutsuzca ve hiç bir şey yapamayacağımı bildiğim halde kapının tokmağına elimi atıyorum. Tahmin ettiğim gibi kapı tokmağını tutamıyorum. Kapı tokmağını tutamadığım elimi kapıya yasladığımda ise, kapının soğuk demirini tüm sertliği ile hissediyorum. Koridorlar da aynı şekilde. Hareketsiz nesneleri tutabiliyorum, hissedebiliyorum, hareket ettirebileceklerimi ise tutamıyorum. Evet, herhangi bir şeyi değiştirebilmem fiziken mümkün değil. Bir kez daha anlıyorum. Çaresizce kapının penceresinden içeri bakıyorum. Richard Marika'yı yatakta ileri, duvara doğru iterek Varnez'i yanına yatırmaya çalışıyor. Marika'nın sadece ağzı bağlı ve artık tamamen kendine gelmiş durumda. Çok soğukkanlı görünüyor ve hatta Richard'a gülümseyerek bakıyor. Çavuş, Marika'nın bu halinden cesaret alarak "İn yataktan da bana yardım et" diyor. Neyse ki konuşmaları net bir şekilde duyabiliyorum. Marika sakince yataktan inerek Varnez'i ayaklarından tutarak, onu koltuk altlarından kucaklamış çavuşa yardım ediyor. Richard başçavuşu yatağa yerleştirip, çizmelerini çıkartırken Marika birden bire dönerek, masanın üzerindeki çelik sürahiyi sapından kavradığı gibi çavuşun tam ense köküne olanca hırsı ile indiriyor. Richard neye uğradığını anlamadan yatakta yatan Varnez'in üzerine kapaklanıyor. Marika'nın sürahiyi kaldırmasıyla birlikte içindeki sular etrafa sıçrarken, çelik sürahinin çavuşun kafasına inmesiyle de kanlar ense kökünden aşağı iniyor ve beyaz yakası hızla kızıla boyanıveriyor. Marika hemen ağzındaki bezi hiç çözmeye kalkmadan çenesinden aşağı kaydırıyor ve ağzını açıyor. Sonra dönerek Yadenur'un ağzını açıyor ve yanaklarını tokatlamaya başlıyor. Bense olan biteni dehşet içinde, kıpırdamaksızın seyrederken, gözümü Richard'dan alamıyorum. Sanki kımıldar gibi mi oluyor, bana mı öyle geliyor, o an kestiremiyorum. Yadenur bir kaç tokat sonra yavaş yavaş kendine geliyor ve etrafına şaşkınlık içinde bakıyor. Marika "Haydi kendine gel, gidiyoruz buradan" derken Richard'ın iki elinin üzerinde, yatakta doğrulmaya çalıştığını görüyorum. Marika, Yadenur'la ilgilenirken hemen arkasındaki çavuşun ayağa kalktığını görmüyor. Richard arkasından boynunu kavradığı Marika'nın boğazını sıkarken, bu kez Yadenur ayağa kalkıyor. Marika çavuşun kerpeten gibi sıktığı boynunu kurtarmaya çalışırken, yüzü önce kızarıyor, sonra morarmaya başlıyor. Ben umutsuzca kapıyı yumrukluyor, tekmeliyor, kapı kolunu çevirmeye çalışıyor ama muvaffak olamıyorum. Marika'nın yatağın üzerine bıraktığı çelik sürahiyi bu kez Yadenur kapıyor ve çavuşun üzerine atılıyor. Çavuş bu kez gafil avlanmıyor ve bir eliyle Yadenur'un bileğini havada yakalarken diğer eli ile Marika'nın boğazını sıkmaya devam ediyor. Yadenur'un elindeki sürahi yere düşerek, metal zeminde büyük bir ses çıkartıyor. Gecenin bu sessiz saatinde sürahinin sesi geminin koridorlarında çınlıyor. Çavuş birden paniğe kapılarak hem Yadenur'un bileğini, hem de Marika'nın boğazını bırakıyor. Ve belinden kasaturasını çıkartıyor. Yadenur çavuşun elinde odanın loşluğunda parlayan koca bıçağı gördüğü anda verdiği bir kararla, aniden kapıya atılıyor ve kapıyı açarak koridora fırlıyor. Panik içindeki çavuş Richard bıçağı Marika'nın göğsüne saplıyor. Bir kez daha, bir kez daha saplarken, aklının koridorda gözden kaybolan Yadenur'da olduğu belli oluyor. Ben burada göreceğimi görmüş ve artık yapacak bir şey olmadığını bildiğimden, gülkurusu elbisesi üzerinde, her bıçak darbesinin yerinde kızıl bir gül açan Marika'yı orada terk edip, Yadenur'un peşinden koşmaya başlıyorum. Ve artık biliyorum ki çavuş Richard, başçavuş Varnez'i orada son nefesini verecek Marika'nın yanına yatıracak ve Yadunur'un ardından kamaradan fırlayacak. Yadenur hızla koridorun sonundaki merdivenleri tırmanarak güverteye fırlıyor. Ben de ardından güverteye çıkıyorum. Yadenur birden, az önce kendini filikadan alarak kamaraya taşıyan Senegalli askerlerle burun buruna geliyor. Ancak onlar kendisini taşırken baygın olduğundan, Yadenur bundan habersiz şekilde "yardım edin lütfen, yardım edin" diye bağırıyor.  Neler olup bittiğini tahmin edebilen filikayı kullanan asker, Yadenur'u bileğinden tuttuğu gibi filikaya inen merdivenin başına sürüklüyor ve benim şaşkın bakışlarım altında eliyle işaret ederek Fransızca "İn, aşağı in" diyor. Yadenur anlıyor ve  sırtını denize dönerek merdivenlerden aşağı, filikaya doğru inmeye başlıyor. O filikaya daha ayağını basmadan asker de ardından merdivenin ilk basamağına ayağını atıyor. O anda da Richard, elinde pırıl pırıl parlayan çelik kasaturası ile güvertede beliriyor. Yadenur filikaya adımını attığı anda, asker de merdiveni yarılamış oluyor ve ben de merdivenden aşağı inmeye başlıyorum. Ben merdivenin ortasına henüz gelmişken Richard yukarıda, merdivenin başında bekleyen diğer askerin yanına ulaşıyor bile. Yukarı bakınca Richard'ı, merdivene adımını atmaya çalışırken görüyorum. Bu Richard'ı son görüşüm oluyor. Yukarıdaki asker, ani bir hareketle çavuşu kolundan tuttuğu gibi geminin içine çekiyor ve merdiveni geminin küpeştesinden kurtararak aşağı bırakıyor. Tabii merdiveni boş görüyor. Ben merdivenle birlikte filikanın içine düşüyorum. Normal hayatta bir kaç kırıkla atlatamayacağım bu düşüşten sapasağlam çıkıyorum. Filika hızla tekrar sahile doğru yola çıkarken, Senegalli asker hiç konuşmuyor ve Yadenur tir tir titriyor. Filika sert bir şekilde iskeleye çarpar çarpmaz Yadenur yerinden fırlıyor ve askere minnetle gülümseyerek, kendini karaya atıyor. Ben de arkasından çıkarken askerin sırtına şöyle bir vuruyorum. O ise sadece Yadenur'un arkasından gülümseyerek bakıyor. Yadenur yere ayak basar basmaz hızla koşmaya başlıyor. Ben de arkasından koşmaya başlıyorum. Kendinden geçmişcesine, hiç durmaksızın Sarayburnu'ndan Eminönü'ne, oradan köprüyü geçerek Karaköy ayağındaki iskeleye kadar yalınayak, başı açık koşuyor Yadenur ve nihayetinde nefesi tıkanıyor, yavaşlıyor, ellerini göğsüne götürüyor ve olduğu yerde yığılıp kalıyor. Ben ise hiç koşmamışcasına dinç ve zindeyim. Demek ki 'bazı imkanlarım elimden alınırken, bazı güçler bahşedilmiş' diye düşünüyorum. Yadenur denizde dubalar üzerinde duran, beton iskelede, yerde yatıyor. Göğsü üzerindeki elleri ile birlikte bir iniyor, bir kalkıyor. Ellerinin arasından, açık yakasından fırlayacak gibi duran göğüslerini görüyorum. İskelede ikimizden başka kimse yok, sabahın bu saatinde. Yadenur'un güzelliği karşısında yeniden kapıldığım şehvet anaforundan kendimi alamıyorum. Tam o anda Yadenur birden gözlerini açıyor ve sanki etrafında biri varmış gibi bakınıyor. Beni hissediyor olabilir mi duygusu  içimde dalgalanıyor. Sanki yattığı yerden kalkmak istemiyor gibi, sırt üstü yatarak, gökyüzünü seyretmeye başlıyor Yadenur. Birazdan gün ağaracak ve ben bu iskeleye yanaşacak vapur ile hayata geri döneceğim. Ama ben, bu yerde yatan sessiz güzellik içinde eriyip, yok olmak, dudaklarımı bu dudaklarda gezdirmek, lezzetini tatmak, bu kumral saçları, bu sıcak ve pürüzsüz, taptaze bedeni okşamak istiyorum. Fakat yapamıyorum. Hiç değilse yanaklarına inen saçlarını, gözlerini incitmesin diye, yavaşça tutup başının öteki saçları arasına karıştırabilseydim. Bunu bile yapamıyorum. Dudaklarımın ve ellerimin, bu zevkten ve hürriyetten yoksun olması büyük bir ızdırapmış, bunu şimdi anlıyorum. O anda bu ızdırabın sona ermesi için bütün bunları yaratan yüce güce  "Benim aşkımdan, ellerimin, gözlerimin ve dudaklarımın hazzını silemezsiniz" diye isyan ediyorum. Yadenur sanki başucunda onu seyreden bir varlığın mevcudiyetinden haberdar gibi açık gözleri ile bana bakıyor. Göz göze geliyoruz. Ruhum kamaşıyor. Ben de ruh olduğuma göre ben kamaşıyorum. Madem şahidim ben ve madem hepimiz aşkın sonucuyuz, aşkın da şahidi olmak istiyorum. O vapura binmek istemiyorum. Ben bu saçlarda, bu mat omuzlarda, bu siyah gözlerde erimek, bu pudra kokulu ellerden beslenmek, hazlarla dolu bir alemin içine düşmek, bir daha çıkmamak istiyorum. Ona sahip olursam, döneceğim dünyada bana vaadedilen bütün mutluluklara burada sahip olacağımı; döneceğim dünyayı, kendimi, onun uğrunda feda etmek suretiyle ebedi bir zenginlik ve bahtiyarlığa kavuşacağımı düşünüyorum. Ancak bir yandan da 'dokunma, tatma, Adem ile Havva'nın hatasına düşüp, yasak elmayı ısırma, bu alemden kovulmadan çekip gitmesini bil' diyen iç sesimin yankılarını dindiremiyorum. Ben daldığım alemde bunları düşünürken, Süleymaniye Camii'nden sabah ezanı okunmaya başlıyor. Vapurun 'canlıların uyanıp, cansızları rahatsız etmeye koyuldukları saatte' yani biraz sonra gelmesi gerekiyor. Ve ben o vapura binerek hayatıma kavuşurken, Yadenur'u ebediyen kaybedeceğim. Vapurun gün ağardığında bu iskelede olması gerekiyordu, ancak güneş sanki bu göksel aşktan hoşlanmış, doğmakta tereddüt ediyormuş gibi, ufukta oyalanıyor, doğmayı yavaştan alıyor. Karar vermem gereken o anda, beynimde bir soru, birden parlayıveriyor. "Niçin ben? Neden şimdi? Varnez neden beni seçmişti? Niçin öldükten sonra 28 yıl beklemişti?" İşte bütün mesele buydu. Benim elli yaşına gelmem gerekiyordu. İçinde benim de bulunduğum yedi "Kutsal Şahit" in kırk yaşında olanının hakikati olan ürperten "günah lezzeti" nin peşinden gitseydim ,bu yaşımın hakikatinin altından kalkamayacaktım. Altmış yaşında ise tatmak isteyeceğim 'adalet zehri' beni mantığıyla aşık olmaktan alıkoyacaktı. Benim yaşımın hakikati artık biliyordum ki "Yenilgiye uğramak zevki" dir. Aşık, birbirinden uzaklaşsa da maksat; tekrar savaşmak için cesaret ve kuvvet toplamaktır. İşte aşk, bu savaşta yenilgiye uğramak zevkidir de. Ve aşk, zannedildiği gibi her zaman genç işi değildir. Aşk aynı zamanda ve hatta daha da fazla, geride bir çok yıl bırakmış, yaşamayı bilenlerin işidir.
Doğmayı yeterince yavaştan alıp, ufukta oyalanan güneş kendini gösterdiğinde; bezgin, yorgun ama o kadar da mutlu bir ifade ile gözlerimin içine bakan Yadenur'un, siyah gözlerinden al yanaklarına doğru, bir damla yaş akıyor...
SON..

Başlangıç 2009 Ayvalık- Bitiş 2010 İstanbul
Faydalandıklarım..

İlbeyi Özer                          - Osmanlı'dan Cumhuriyete Yaşam ve Moda
Hagop Mıntzuri                    - İstanbul Anıları 1897-1940
Sermet Muhtar Alus             - 1900'lü Yılların Başlarında Şehir Hayatı
Sermet Muhtar Alus             - İstanbul Kazan Ben Kepçe
Sermet Muhtar Alus             - Eski Günlerde
Ref-i Cevat Ulunay              - Sayılı Fırtınalar
Ahmet Rasim                        - Fuhş-u Atik

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder