Bugün akşam üzeri gün batımını sol yanıma, sağ yanıma da yanlızlığımı alıp yürüyüşe çıktım. Aslında istediğim yürümek değildi. Çünkü sırtım çok ağrıyordu. İstediğim sıkıntılarımı yolda düşürüp eve onlarsız dönmekti. Yürüdükçe ağrılarım daha da arttı. Ama inatla yürümeye devam ettim. Adeta sırtımın ağrılarını iyece arttırarak, içimdeki sıkıntıları hacamat etmek istiyordum. Sırtımın ağrısı mı, sıkıntılarım mı bu mücadeleden galip çıkacak merakı ve hırsı ile yürüyordum. Sırtım öyle ağrısın, öyle ağrısın ki, tüm bu sıkıntılarımın üzerinden bir dozer gibi geçsin, dönerken sıkıntılarımın yerdeki un ufak döküntülerine basarak geçeyim istiyordum. Nafile, sırt ağrılarım arttıkça artıyor, sıkıntılarımsa gittikçe büyüyor, vücudum adeta bir işgencecinin işgali altına giriyordu. Arkamdan esen rüzgarın yükü vücudumu ileri doğru iterek beni destekliyor, ama ben ne sırt ağrılarım ne de sıkıntılarım için rüzgara rücu edemiyordum. Sanki rüzgar, ben ilerlemende sana ancak omuzdaş olabilirim ama sanki bu hayattan malulen emekli bir kul gibi kudretsiz, amaçsız, kasvetli gidişinin çaresine bakamam der gibiydi.
Sonra birden sol tarafımda, yani gün batımı yanımda denizde karaya oturmuş bir cankurtaran sandalı gördüm. Mücadeleden mücbir sebeplerden dolayı vazgeçmiş, cankurtarma işinden istifanamesini verip ayrılmış, lodos balığı gibi karaya oturmuş, dalgaların usulca itelemesiyle bir o yana bir bu yana salınıyor. Tabii ki kırmızı. Şimdilerde grileşmiş beyaz çizgileri varmış zamanında. Denizin gel gitleriyle salınırken öylece, hayattan hiç gocunmamış bir hali var. Halbu ki can kurtarmak için yapılmış olmasına rağmen, ömrü hayatında hiç can kurtarmamış olabilir. Sadece vazifesini yapacağı günü bekleyerek gemisinde bir dekor gibi hayatını heba etmiş olabilir. Düşünüyorum, vazife hayatı boyunca mevcudiyetinin tek sebebi olan kurtarma işinin gerçekleşmesi için, iç güveyi gibi durduğu gemisinin batmasını istemiş midir? Çürüğe çıkmadan önce, bir kere olsun işe yaramış olmak için, yüzlerce insanın öldüğü bir kazada, onlarca insanın hayatını kurtarmanın, ikircikli beklentisi içinde ömrünü tamamlamış olabilir mi?
Peki insanoğlu, kendi korunaklı dünyasını sürdürebilmek uğruna, her ne pahasına olursa olsun, -bu başkalarının felaketi anlamına da gelse- bir felaketten fayda çıkarabilir mi? Tabii ki çıkarabilir. (Bu haleti ruhiye içindeki benden başka bir cevap beklemek lafıgüzaf olurdu) Eric Fromm "Freud içimizdeki gerçeklerin çoğunun bilinçli olmadığını, bilinçli olan şeylerin çoğunun da gerçek olmadığını farketmiştir" demekle bunu kastetmiyor mu? İçgörünüzü kullanarak bunun aksini savunup, ve bu görüşünüzü destekleyecek bir çok örnek verme gayretgeşliği içine gireceğinizi biliyorum. Ama başta da dediğim gibi önemli olan benim sıkıntılarım ve ben sizi dinlemeyi egoistçe reddediyor ve bunun diyeti ne ise ödemeyi de kalenderce kabulleniyorum.
Ben böylece cankurtaran sandalı ve hayatın anlamı hakkında düşüncelere dalmışken, düşüncelerimin arasına destursuzca giren, insanoğlunun egosu, Eric Fromm, Freud'u filan sahne dışına atıp sahildar arkadaşıma geri döndüm. Onun hakkındaki düşüncelerim beni benden uzaklaştırmış, sırt ağrılarım da, sıkıntılarım da, kasvetli havam da fırsattan istifade hep toplandıkları ve yeniden başka vucutlara karışmak üzere bekleştikleri parelel evrenlerine geri dönmüşlerdi. Cankurtaran sandalı da sonunda salındığı yerden, bir felaket olmaksızın beni dertlerimden, sıkıntılarımdan kurtarmış olmanının huzuru içinde bulunduğu yerde dönerek, burnunu gün batımına çevirmiş ve dingin, salıncaklı dünyasına dalmıştı.
Geriye ben, benim arkamda da çamların ardından göz kırparak ritüelini tamamlayan, kehribar renkli dolunayın sahiciliği kalmıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder