Mayıs 14, 2009

İran Gezisi








9.Mart.2009 tarihli Hürriyet Seyahat Ekinde gördüğümüz İran seyahatini anlatan yazı üzerine İran'a gimeye karar verdik. Ve son Doğu ziyaretimizden kalan Van'ı da bu seyahat planı içine aldık. 31.Martta gittiğimiz Ayvalık'tan 18.Nisanda tekrar İstanbul'a döndük. Van'a Pazartesi akşamı için Vangölü treninde yataklı vagonda yer ayırtmıştık. Trenimiz 20.05'de Haydarpaşa'dan hareket edecek. Ondan önce saat 18 gibi Gar Restoran'a oturduk. Daha önce hiç gelmediğim restoran meğer Kadıköy'ümüzün en güzel meyhanesiymiş. Kıymetini bilememişiz. Bir ufak rakı söyledik. Mezeler -haydari, acılı ezme, beyaz peynir, kavun- ve sıcak gelen paçanga böreği enfesti. Garsonumuz Rize'li Mehmet alem adamdı. Otuzbeş senedir orada garsonluk yapıyordu ve oranın müdavimleri ile çok samimiydi. Mehmet ağzı sürekli dolu olarak servis yapıyordu. Mutfaktan çıkan patates kızartmasından çaktırmadan ağzına bir tane atıyor, masaya çiğneye çiğneye geliyor, birşey sorunca ağzını eliyle kapatıyor, konuşamıyordu. Bize yeni gelen istavritin tavasını tavsiye etti. Biz de tavsiyesine uyduk. Harika bir istavrit tava yedik. Tam kıvamında ve çıtır çıtır pişmişti ve çok lezzetliydi. Bostancı'daki Hatay Restoranla birlikte burayı Anadolu yakasının en iyi meyhaneleri olarak kabul ediyorum. Üçüncüsünü bilmiyorum. Tren saatimiz yaklaşınca kalktık. Murat bizi uğurlamaya gelmişti. Yataklı vagon görevlisi Ahmet nemrut bir suratla biletlerimizi istedi. Verdik. Yerimizi gösterdi. İstediğimiz zaman yataklarımızı açabileceğimizi söyleyip gitti. Yataklarımızı onun açması gerekmiyor muydu. Tren tam bir hayal kırıklığı. Çok eski. Her yeri dökülüyor. Eminim Kazım Karabekir Paşa'da Van'a bu trenle gitmiştir. Kars'a gittiğimiz Doğu Ekspresi ile alakası yok. Buzdolabı yok. Bu tam bir felaket. Biz daha öneki seyahatimizden tecrübeli olduğumuzdan ve bu trende restoran da olmadığını biletlerimizi alırken öğrendiğimizden ekmeğimizi, salamımızı, kaşarımızı, mezelerimizi, kolamızı, biramızı, kuru yemişlerimizi, çayımızı, kahvemizi almış, tam teşekküllü bir şekilde trene binmiştik. Bütün bunları nasıl saklayacağız. Tren çok sıcak. Her şey

bozulucak. Çocukluğumuzun tren yoculukları nostaljisi ile anneme kuru köfte bile yaptırmıştım. Domates, salatalık, biber de var. 40 saat tren yolculuğu ile Van'a gideceğiz. Evet yıl 2009. Tren Van'a 40 saatte gidiyor. Bu da tarihe böyle geçsin. Uçak 75 dakikkada. Ama biz geçen sene trenle Kars'a gidişimizde yaşadığımız güzellikleri yine yaşamak istiyorduk. Ama heyhat. Macera yeni başlıyordu. Hülya'nın telefonunun şarjı bitmişti. Telefonu prize taktık çalışmadı. Görevli nemrut Ahmet'e gittim. Prizin çalışmadığını söyledim. Çalışır dedi. Benimle birlikte geldi baktı. Çalışmıyor dedi. O arada benim kahve ısıtıcımı gördü. Bunu sakın kullanmayın, çok elektrik çeker, bu trenin voltajı onu kaldırmaz, yangın çıkarırsınız dedi. Ben garip kahve ısıtıcısına bakarken, yoksa kullandınız mı dedi. Yok kullanmadık dedik ama o bize şüpheyle baktı. İçinden bunlar bu treni bu gece yakarlar diye geçirdiğini hissettim. Ama o da biliyordu ki prizde elektrik yoktu. Treni yakmanın başka yolları olmalıydı. Bunu daha sonra eni konu düşünecektik ama o sonraki mevzuu. Nemrut Ahmet gitti. Yataklı vagonda sadece biz varız. (Hep sadece biz olduk).Bu arada neden tam ortadaki kompartmanda 9-10 numarayı verdiler hiç aklım basmadı. Sondan ya da baştan değil ortadan başlıyorlar demek ki. Arada koridorda Nemrut Ahmet'e bakıyorum. Adam hayatından bezmiş. Daha Bostancı'dayız; pencereden kaldırıp kendini atmakla atmamak arasında bakıyor. Böyle suratsız görevli Sosyal Sigortalar Kurumunda bile görmedim. (SGK oldu şimdi) Yataklı trenin en son vagonu. Vagonda da bizden başka kimse olmadığından en sonda kapının yanında bir dolap vardı. Baktım kapağı açık. Biramızı, suyumuzu, kolamızı filan paketleyip oraya koyduk. Burası komparmandan daha serin. Canımız bira isteyince gidip dolaptan aldık. Nispeten idare eder. Akşam olunca Salak Nemrut Ahmet anladı ki sadece bizim priz arızalı değil, tüm vagonda elektrik yok. Arifiye'de tamir etmeye çalıştılar. Olmadı. Hava iyice karardı. Lambalar silik de olsa yanıyor. Vagonun aküsü ona yetiyor. Ancak ortalığı görebiliyoruz. Ama birşey okunacak gibi değil. Saat 11'de yataklarımızı açtık. Ben yukardan, Hülya aşağıdan bir süre sohbet ettik. Saat 12'ye doğru uyumuştuk.
2.Gün.21.Nisan.2009
Sabah kahvaltımızı hazırladık. Sıcak su yok. Hayatımda ilk kez kahvaltımı kola ile yaptım. Sıcak su tabii lüks. Esas önemlisi tuvalette sifonun suyu da akmıyor. Nasıl oluyorsa sadece lavabodan su akıyor. Buna da şükür. Vagonda tek işleyen şey lavabo suyu. Ankara'da da uğraştılar olmuyor. Aküler şarj olmuyor galiba. Tamir edenlere bakayım dedim. Hepsi bana pis pis baktı. İftiracı Salak Nemrut Ahmet herhalde elektrik tesisatını bizim sabote ettiğimizi söyledi. Çünkü yola çıkmadan kontrolleri yapmadığı için suçlanıyordu. Sivas'ta istasyon büfesinden termosuma sıcak su aldım. Garip adam benden 1,5 lira aldı. İstesene 80 lira. 100 lira verip üstü kalsın diyeyim. Neyse boğazımızdan sıcak bir çay geçti. Daha sonra bir bardak kahve bile içtim. Öğlen annemin nefis köftelerini, domates, salatalık, biber ile mezelerimizi yedik. Yoksa bozulacaklar. Yanında bira bile içtik. Elektrik problemi Malatya'da da olmadı. Hava karardı ve biz şimdi zifiri karanlıktayız. İşin enteresan tarafı trenin yataklı dışında bütün ışıkları yanıyor. Kendimi kaçak elektrik kullandığı için elektrikleri kesilmiş, pencereden şehrin ışıklarını seyreden gecekondu sakini gibi hissediyorum. Sıkıntıdan dokuzda yatağa girdik. Elektrik olmayan seferberlik yıllarında nüfusun niçin arttığını çok iyi anlıyorum. Saat 10'da kapımız çaldı. Kapıyı açtım. Karanlıkta İftiracı salak nemrut Ahmet'i seçebiliyorum. Yanında üniformalı iki adam daha var. Yok gecekondu yıkım ekibi değillermiş. Tren şefi ve bir yetkili daha bize kuşetli vagonda bir kompartman açabileceklerini, burada gece üşüyebileceğimizi, orada elektrik de olduğunu filan söyledi. Hemen eşyalarımızı götürmeye de yardımcı olacaklarını söyleyip ısrar edince ben bizi yolda trenden atacaklarını ve bu vagonu da yakacaklarını filan düşünmeye başladım. Durum benim gözümde gitgide Haneke filmlerine dönmeye başladı. Tabii sonra baklayı ağızlarından çıkardılar ki bu vagonu trenden ayıracaklar ve biz şikayetçi falan olmayalım diye iyi niyet gösterisinde bulunuyorlar. Nihayetinde gece yarısı biz kuşetli vagona taşındık. Yataklı herşeye rağmen temizdi. Yastığımız, çarşafımız, battaniyemiz vardı. Kuşetlide hiçbiri yok. Gecenin 2,5 unda 60 yıldır hiç dokunulmadan kalmış, mistik, yerel, oryantalist kuşetlimizde başımın altına yastık yaptığım ayakkabılarım, üzerimde kıyafetim ile mışıl mışıl uyumuşum. Demek ki uyunabiliyormuş. Hülya ise başının altına valizini koymuştu. O da pek söylenmeden uyudu. O anda onunla dünyanın her yerine gidebileceğimi düşündüm.
3.Gün.22.Nisan.2009
Sabah ezan sesiyle uyandım. Yok yaşıyorduk. Bu istasyonda duyduğum gerçekten ezan sesiydi. Koridora çıktım. Koridorda elinde makineli tüfekler, tam teçhizat askerler vardı. Belli ki kuşetli vagonda bir isyan çıkarıp treni kaçırabileceğimizi düşünmüş, gerekli önlemleri biz uykudayken almışlardı. Ama çoçukların hepsi ile çok iyi arkadaş olduk. Onların bol bol fotoğraflarını çektim. Göndereceğim. Biri Antalya'lı, biri Kütahya'lı, biri Manisa'lı. Hepsi tertemiz çocuklardı. İstanbul Zeyrek Camii imamı olan Lütfü'nün 18 günü kalmıştı. Bir cuma namazı ziyaretine gideceğime söz verdim. Çok aydın, pırıl pırıl bir imamdı. Onlarla tanışmamız tren yolculuğumuzun tek iyi yanıydı. Tren artık askeri kontroller nedeniyle ikide bir duruyor. İki saat bir istasyonda, bir saat dağların arasında bir yerlerde. Rötarımız şimdiden 6,5 saat. Böyle giderse öğlen 1,5 da olmamız gereken Tatvan'a gece yarısı varacağız. Daha feribotla Tatvan'dan Van'a geçeceğiz. Gece yarısına kalırsak kötü olacak. Bu nedenle trenden Muş'ta inmeye karar veriyoruz. Konuştuğumuz kişiler kara yoluyla 4 saatte Van' gidebileceğimizi söyleyince kararımız kesinleşiyor ve Muş'ta asker arkadaşlarımızla trenden iniyoruz. Onlarla vedalaştıktan sonra istasyonda bekleyen minibüsle garaja doğru yol alıyoruz. Bu sayede Muş'u da görmüş oluyoruz. Bende pek bir olumlu iz bırakmadı Muş. Garajda otobüs yok. Son otobüs öğlen gitmiş. Bir minübüs yolcuları toplayıp yola çıktı. Biz şoförün yanını rica ettik. Genç hemen inip bize yer verdi. Yollar şaşırtıcı derece mükemmel. Üç şeritli otoyolların çoğu bitmiş bazı kısımları yapılıyor. İstanbul-İzmir yolunu düşününce Muş-Van yolu çok Avrupai kalıyor. Yaklaşık 3,5 saatte Van'a vardık. Bu yolu tercih etmemiz çok iyi oldu. Doğru Otel Tamara'ya yerleştik. Biraz pahalı -iki kişi oda kahvaltı 80$- ama trendeki onca sefaletten sonra gözümüz görmedi. Tamara gerçekten Van'da kalınacak en güzel otel. Şehrin tam göbeğinde. Hemen dışarı yemek yemeğe çıktık. Bize Halil İbrahim Sofrasını tavsiye ettiler. Ben Adana kebap yedim. Güzeldi. Hülya etli güveç yedi. O da beğendi. Ortaya çiğ köfte, yeşil salatayı kendileri hemen getirdiler. Acılı ezme de biz aldık. İçki yoktu. Kola içtik. Giriş katında Seyitoğulları baklava var ve restoranda servis arabasıyla dolaşıyor. Bir porsiyon da baklava yedik ve 31,5 lira hesap ödedik. Van'a yolu düşene tavsiye ederim. Güleryüzlü hizmet var ve temiz. Her zaman kalabalık.
Otelimize dönüp güzel bir banyodan sonra hemen yattık.

4.Gün.23.Nisan.2009
Sabah kahvaltıdan sonra otelin ayarladığı bir taksi bizi Akdamar adasına götürdü. Orada bekleyip bizi Van'a geri götürecek. Gidiş dönüş 80 km. Akdamar adasına Tekneler geçiriyor. Bir hayli yabancı vardı. Ada üzerindeki Ermeni Kilisesi çok güzel, kubbesi muhteşem, dış yüzeyindeki taş işçiliği olağanüstü idi. Dönüşte Van Müzesini ve Van Kalesini gezdik. Hepsini bitirdiğimizde saat 5'di. Taksi ile bu işleri derli toplu ve çok kolay halletmiş olduk. Görülesi yerlerden sadece Van Kedisi Evini göremedik. Bu gün 23 Nisan olduğundan açık olup olmadığı belli değildi. Çok da üzerinde durmadık. Otelde biraz dinlenip Van'ı dolaştık. Akşam yemeğini yine Halil İbrahimde yedik. Bu sefer ikimiz de fırında kaburga yedik. Aynı mezeler yine geldi. Tatlımızı gezerken gördüğümüz Diyar Burma Kadayıftan aldık. Odamızda yedik. Ben notlarımı yazarken Hülya Aşk-ı Memnu'sunu seyretti. Tatlılar olağanüstüydü. Ben böyle güzel kadayıf hayatımda yemedim. Çıtır çıtır ve çok hafifti. Yine saat 12 olmadan yattık. Sabah erken kalkacağız. Artık İran yolculuğumuz başlayacak.

5.Gün.24.nisan.2009
Sabah 7'de kalktık. Kahvaltımızı Van'ın ünlü kahvaltıcılarından Sütçü Fevzi'de (sutcufevzi.com) yaptık. Kahvaltı gerçekten inanılmazdı. Masamızı kaymak üstü bal üstü ceviz, otlu süzme yoğurt, biberli salatalık, tereyağ, otlu peynir, sahanda kavurmalı yumurta, murtugan (yumurtanın unla kavrulmuşu), kavut(buğdayın tereyağla kavrulmuşu) ile donattılar. Çay boşaldığı anda dolduruluyor, pideler sıcaklarıyla değiştiriliyor, garsonlar güler yüzle ve sabahın köründe istekle servis yapıyorlar. Van kahvaltısı hikaye değilmiş. Yerinde test edildi. Kahvaltıdan sonra 8'de servisle gara oradan Van Seyahat'le İran'a hareket ediyoruz. İran'da Urmiye kenti ilk durağımız. Yolda gördüğümüz siperdeki askerler, çevirmeler burada bir savaşın yürüdüğünü bize yine hatırlatıyor. İstanbul'da otururken buralarda cerayan eden savaşın ciddiyeti hiç belli olmuyor. Yüksekova'da askerler otobüste kimlik yoklaması yaptılar ve yabancıları indirdiler. Bir Koreli kız ve iki Belçikalı genç ile birlikte Hülya'da indi. Tercümünlık yapayım diye. Yabancıları ülkelerine buradan sağ salim geçtiler diye haber veriyorlarmış. Yol üzerinde gördüğümüz Hoşap Kalesi çok etkileyiciydi. Masallarda ve filmlerdeki gibi fantastik bir görünümü vardı. Gerçekten kale gibi kaleydi. Ulaşılamaz bir tepe üzerinde kurulmuş kartal yuvası gibi. Sonunda Türkiye-İran Sınırında Esendere'den İran'a giriş yaptık. Türklerin pasaportlarına hemen damgalar vurulurken, yabancılar bir sürü sorgudan (niçin geldiniz, nerelere gideceksiniz, ne kadar kalacaksınız,vs) geçtiler, imzalar aldılar, formlar doldurttular. Ve bu andan itibaren kadınların örtünmeleri de başladı. Otobüsümüz güzel yollardan geçerek 3 saat sonra Urmiye'ye vardı. Tebriz'e otobüs bir kişi 7.000 tümen, taksi 20.000 tümen. Otobüs ertesi sabaha kadar zaten yoktu. Ahmet'in (otobüste tanıştığım, Urmiye-Van arsında sınır ticareti yapan, çok güzel Türkçe bilen, Azeri asıllı İranlı, dünya iyisi bir insan. Ondan İran hakkında yol boyunca çok bilgi aldım. Bu bilgiler sonra çok işimize yaradı. Ahmet sonradan hayatımızı da kurtaracakdı.) anlaştığı bir taksi ile yola çıktık. Para mevzuunu açıklamalıyım. Tümen aslında resmi para değil. Halkın riyalden bir sıfır atarak sözde yarattığı bir para birimi. Yani 10.000 Riyale 1.000 tümen diyorlar. Bizim altı sıfır atmadan önceki para gibi sıfırlardan kurtulmak için. 1.000 tümende yaklaşık 1 $. (0,98) Yani taksi 20 $.Oda 30 lira. İki saat 15 dakikalık yol için bedava tabii. Taksilerin tüp gazlı, gazın da bedava olduğu düşünülürse, taksici için iyi para. Evet gaz bedava sayılır. Taksici benzin istasyonuna giriyor, gazını kendi koyuyor. 500 tümen atıyor, 0,5 $, bizim paramızla 75 kuruşluk sembolik bir para ile deposunu dolduruyor. Benzinin litresi ise 400 tümen. Yani benim arabama 40 litre benzin koysam 24 lira tutacak. Bu yüzden tüm İranlılar inanılmaz şekilde arabayla gezinti halindeler. Burada hurdaya bile gitmeyecek arabalarla fıttırı fıttırı dolaşıyorlar. Neyse Urmiye-Tebriz yolu daha önce Urmiye Gölü çevresini dolaştığından 6 saat alıyormuş. Şimdi yeni açılan köprü ile iki saatte varılıyor. Yapımı 20 yıl süren köprü aslında her iki taraftan göl doldurularak yapılan yol şeklinde. Gölün en derin yerinde ve ortasında Köprü ile iki uç birbirine bağlanmış. Daha geçen aylarda kontrollü olarak açılmış ve yapımı devam ediyor. Darısı İzmit Körfezine. Yol mükemmel otoyol. Akşam üzeri 4.5 gibi Tebrize varıyoruz. İran Türkiye arası saat farkı 1.5. ilk defa buçuklu bir fark görüyorum. İnternetten daha önce bildiğimiz otel 40 $ isteyince 35 $'lık Azerbaycan otele yerleştik. Otel idare eder. İran için beklentimiz fazla değil. Bizimle kıyaslarsak 1,5 yıldızı zor alır. Ama orada 4 yıldız. Sifon çalışmıyor. Ama duştan akan su müthiş. Hemen dışarı çıkıp bişeyler atıştırmak istiyoruz. Bu gün cuma. Burada tatil. Her yer kapalı. Eski bir hamamın restore edilerek güzel bir restoran haline sokulduğu yerde Chelo-kebap yedik. Bu yanında yağsız pilav olan kebap demek. Pirinç İnce İran pirinci. İsteyen koysun diye pakette tereyağ veriyorlar. Ben hep koydum. Biraz zor oluyor tabakta yağı karıştırmak ama çok tatsız, tuzsuz bir şey oluyor sadesi. İran'da ekmek hiçbir yerde yok. Bazı yerlerde ince yufka veriyorlar ve sıcak gelen yufka 3 dakika içinde kolalanmış patiskaya dönüyor. Yedin yedin, yoksa kendi kendini imha ederek ufalanıyor ve yok oluyor. Yemek güzeldi. Tebriz Azeri Eyaletin başkenti. Herkesle Türkçe anlaşmak mümkün. Herkes Türk Televizyonlarını seyrediyor, bütün dizileri takip ediyor. En sevilen sanatçılar erkekler tarafından Sibel Can, Ebru Gündeş, kızlar tarafından Özcan Deniz, Mahsun Kırmızıgül. Yemekten sonra hamamın diğer kubbesi altında oluşturulmuş havuz başında minderlerin üzerinde çayımızı içiyoruz. İran'da çay çok açık içiliyor. Koca bir demliğe 1 poşet çay sallandırıyorlar. Ben daha sonraları yanımda çay taşımaya ve demliğe 2 poşet daha salladırmaya başlıyorum. Çayın yanında verdikleri hurma bizim bugüne kadar yediklerimizin hurma olmadığının kanıtı gibi. Adeta lokum. Burada iki porsiyon kebap, iki koca tabak pilav, iki kola, iki salata, bir demlik çaya 17500 tümen (25 Lira) ödedik. Daha sonraki yemeklerimizle kıyaslandığında pahalı sayılır. Otelimize dönüp hemen yattık. Bu arada takside, otelde, yemekte hesap isteyince kabulü yoktur deniliyor. Azeriler Konah olun da diyor. Bu para istemezin Türkçesi. Bazıları öyle içten söylüyor ve ısrar ediyor ki parayı zorla veriyorsunuz. Bütün İran gezisi boyunca peki deyip dönüp gitmeyi düşündüm. Bakalım ne yapacaklar diye ama hiç denemedim. Tebriz Fotoğraflarını buradan görebilirsiniz.

6.Gün.25.Nisan.2009
Sabah erken kalktık, kahvaltıdan sonra Tebriz çarşısına gittik. Burası bizim Kapalı çarşı gibi ama daha bakımsız, yerler pis, içeride motorsikletle dolaşabiliyorlar. Aslında çarşı eski ve orijinal kalmış ve onarılmış kısımların dışında, çatısı Ondülin ve camla kaplanmış Tahtakale benzeri sokaklardan oluşuyor. Satılan ürünler ve dükkanlar da Tahtakale ve Mahmutpaşa'dakilerin benzerleri. Bize pek ilginç gelmedi. Ama biz Tebriz çarşısına çok ilginç geldik. Herkes bize bakıyor. Yabancı olduğumuz her halimizden belli. Herkes nerelisiniz diye soruyor. Yolunuzu kesip, sizi durdurup soruyorlar. Türkiyeliyiz deyince çok ilgi gösteriyor, yardımcı olmaya çalışıyorlar. Çok içtenler, çok samimiler. Sırnaşık tavırlara hiç rastlamıyoruz. Bu bütün İran gezimiz boyunca devam edecek ve alışmakta çok zorlanacağız. Bize yardımcı olmaya çalışan, durduk yerde işini gücünü bırakıp yardımımıza koşan insanlara hep şüpheyle bakacak, arkasından ne gelecek düşüncesiyle herkese kuşkuyla yaklaşacağız. Ne kadar kötü bir alışkanlık ile donatıldığımızı, insanlık denen şeyin karşılıksız, beklentisiz yapıldığını unuttuğumuzu İran'da sürekli yaşayarak göreceğiz. Çarşının sarraflar, mücevherciler ve antikacıların bulunduğu kısmında para bozdurmak için girdiğimiz sarraf Türkçeyi çok iyi konuşan, İstanbul'da Aksaray'da bir süre yaşamış yaşlı bir amcaydı. Bize birçok tavsiyelerde bulundu. "saçlarımızı ağartmamız karşılığında tecrübelerimizi biriktirdik" sözü çok hoşumuza gitti. Babamdan kalan yüzüğümdeki taşın Hadid olduğunu, üzerindeki tarihin 1274 Hicri olduğunu söyledi. Bu gün 1430 yılında olduğumuzu, dolayısıyle yüzüğümün 156 yıllık olduğunu hesapladı. Bize İstanbul'dan gelen biri için çarşının ilginç bir yönü olmadığını, buradan çıkıp yürüyerek Şehriyar'ın kabrine gitmemizi tavsiye etti. Tarif ettiği gibi yürüyerek gittik. Çok büyük ve bakımlı, yeşillikler içindeki parkta görkemli bir kabir. Üstte büyük bir anıt. Zeminin altı ise müze şeklinde düzenlenmiş ve duvarlar büyük Azeri şair Şehriyar'ın şiirleri ile İran'ın ünlü edebi şahsiyetlerini tanıtan yazılar ile çepeçevre kaplı. Heyder Baba şiiriyle İran'da bilhassa Azeri Türkleri arasında çok sevilen Şehriyari'nin Kabri İran'ın şairlerine ne kadar önem verdiğinin bir kanıtı olarak yükseliyor. Bunun çok daha muhteşem örneklerini daha sonra Şiraz'da Sadi'nin ve Hafız'ın Türbelerinde de göreceğiz. Konuştuğumuz herkes nereleri gezdiğimizi soruyor, arkasından Kendovan'ı mutlak görün diye ilave ediyor. Biz de gitmeye karar veriyoruz. Bize Kapadokya benzeri bir yer olduğunu söylemişlerdi. Yol üç-üçbuçuk saat sürüyordu ve minibüsle gidiliyordu. Bir taksiye atlayıp minibüslerin kalktığı yere doğru yola çıktık. Şoför bizi oraya 10.000 tümene götürebileceğini söyledi. Minibüslere 2.000 tümene götürürken 45 km yolu 10.000 tümene götürüp getirecekti. Her zamanki şüpheciliğimiz ve kazıklayacak korkumuzla salak salak ikimiz onbin vereceğiz diyoruz adam evet diyor, gidip-geleceğiz diyoruz adam evet diyor bununla kalmıyoruz 10.000 tümeni çıkarıp gösteriyoruz ve bunu vereceğiz ikimiz için! diyoruz ve adam bize uzaydan gelmiş yaratıklara bakar gibi bakarak evet diyor. Tamam diyoruz o zaman. -Tekrar hatırlatayım 10.000 tümen 15 lira- Ve asıl şehir dışında nasıl araba kullanıyorsun diye sormamız gerektiğini yola çıkınca anlıyoruz. Doğan görünümlü Şahin görünümlü Peykan -onların Anadol'u- arabası ile ralliye çıkıyoruz. Her virajda bir jant kapağı, her kasiste bir tamponu yolda bırakarak 1 saat 45 dakikada Kendovan'a varıyoruz. Tebrizlilerin tatil olan cuma günü akın ettikleri bir çayın geçtiği vadide kurulu Kendovan gerçekten içinde insanların yaşamaya devam ettiği Kapadokya benzeri bir yer. Biraz dolaşıp, birkaç sokak tırmanıyor, lavaş yapmaktan dönen iki kadının verdiği sıcacık lavaşları kemirerek dolanıyoruz. Kapadokya'dan sonra pek ilginç gelmeyen Kendovan'dan arabanın kalan diğer yedek parçalarını da dağıtarak Tebrize dönüyoruz. Saati 5 yaptık. Tebriz-Tahran treni 17.30 da olduğundan hem günü öldürürüz hem de artık çok yorulduk diye Tahran'a uçak ile gitmeye karar verdik. Tren 17.000 tümendi. Uçak 38.000. 40 dakikada gideceğiz. 10 saatlik bir tren yolculuğunu daha kaldıramıyacağız. Tebrize dönünce benim kahvem geldi. Bir kahve içecek yeri tüm Tebriz halkı helak olduğu halde bir saatte bulabildik. Onlar kahveyi kafe anlıyor ve bizi her götürdükleri yerde kavun suyu satıldığını görüyorduk. Evet götürüyorlardı. Şöyle düşünün Taksim meydanında birine nerede kahve içebilirim diye soruyorsunuz o da sizi alıp bütün İstiklal caddesini geçerek Tünele götürüyor, burada içebilirsiniz deyip geri dönüyor. Siz gösterdiği dükkan giriyor orada sadece kavun suyu ve dondurma satıldığını görüyorsunuz. Tekrar birine soruyorsunuz bu sefer -kafee, drink, hüüp filan yaparak- o sizi arkasına takarak Tünel'den Karaköy'e indiriyor. A burda kahve içilmiyormuş diyor. O da geri dönüyor ve siz bir taksiye atlayıp başladığınız noktaya geri dönüyorsunuz. Neyse sonra Tebriz'in tek kahve, çay satan dükkanını bulunca önce bir espresso, sonra filtre bir kahve, sonra bir Türk kahvesi -kahvenin yanıda toz şeker veriyorlar atıp karıştırıyorsun mecburen- arkasında bir espresso daha içerek iyilik sever Tebrizlinin yarattığı travmadan kurtulmaya çalışıyorum. Bir internet kafeden maillerimize bakıyoruz, İran'da facebook, youtube falan herşey açık. Akşam Ali Baba'da kebap yedik. Bizim Adana kebap benzeri. Lavaşların üzerinde getiriyorlar. Çok lezzetliydi. Yanında ayran içiyoruz. Ayranın içinde nane var. Ayran İran'da her yerde naneli. Kendi yaptıklarında nane taneleri görünüyor. Şişeli ayranlar ise nane aromalı. Çok ferah. Bu yaz limonata yanı sıra içeceğimiz olmaya aday. Hülya bu ara kötüleşiyor. Kendimi iyi hissetmiyorum filan diyor. Yorgunluğa veriyoruz.(Part 1) Yemekten sonra otele bıraktığımız valizlerimizi alıp havaalanına gidiyoruz. Daha 3 saatimiz var ama daha uygar bir yer arıyoruz artık. Havaalanı çok temiz ve yeni. Kafesi idare eder. Orada da Azeri garson Mehmet bize çok yakın davranıyor. Masamıza bir Türk bayrağı getirip dikiyor. Öyle bir adeti var kafenin. Bütün ülkelerin bayrakları var ve hangi masada kim varsa ülkesinin bayrağını koyuyorlar. Çok hoş. Ben İran boyunca Elif Şafak'ın Aşk adlı romanını okudum. Tebriz Şems'in diyarı olsa da bende pek bir iz bırakmadı. Vasat bir Anadolu şehri gibiydi. Van buradan çok daha modern, uygar ve düzenli. Mehmet bizden kesinlikle para istemiyor. Konahsınız diyor başka birşey demiyor. Zorla para veriyoruz. Hülya bu arada kendini tuvalete zor atıyor ve istifra ediyor. Sapsarı bir suratla geri dönüyor(Part 2) Uçağımız tam vaktinde kalkıyor ve 45 dakikada Tahran'a varıyoruz. Havaalanındaki uygulama çok hoşumuza gitti. Bir bankoda gideceğin yeri söylüyorsun. Parasını oraya ödüyorsun. Aldığın fişle taksiye biniyorsun. Bir daha pazarlık, ödeme filan kalmıyor. İran'ın hiç bir yerinde taksimetreli taksi yok henüz. Bu çok yorucu bir uğraş. Unutmuşuz biz. Havaalanından kalacağımız Atlas otele 7.000 tümene geliyoruz. Gece tarifesi olabilir. Biraz fazla geliyor. Ama yol da epey varmış. Otelimiz çok güzel. Tahran'ın merkezinde ve güzel bir caddesinde. Hülya yatağa yatıyor ve pert oluyor (Part3)Bu bölümle ilgili resimler için bakınız.

7.Gün.26.Nisan.2009
Sabah kahvaltıdan sonra Tahran kapalı çarşısına gittik. Her şehirde ilk ziyaret ettiğimiz yer çarşısı oldu. Bu alışveriş ettiğimizden değil. Şehir hakkında ilk izlenimleri alacağınız, insanlarla en iyi dialog kurabileceğiniz, kısacası şehrin karekterini en iyi tahlil edeceğiniz yerin çarşısı olmasından. Tahran çarşısında da bize çok ilginç gelen bir şey yok gibi. Çarşıda tanıştığımız ve çok güzel Türkçe konuşan Şah Pasand bizi halıcı dükkanına davet etti. Dükkanda babası da vardı. Tahran hakkında bütün bilgileri Şah'tan aldık. Birlikte para bozdurduk. Paramızı dolar olarak tutuyor, bittikçe bozduruyoruz. Çünkü onların parası çok yer tutuyor. Bütün harcamalarımızı nakit olarak yapıyoruz. Gelmeden önce aldığımız karar kredi kartını hiç kullanmamak, paramız kadarını harcamaktı. Planımız bütçemizi aşarsak son otelde ödemeyi kredi kartı ile yapmak. Paramızı bu sefer ayaklı sarraflarda bozdurduk. Ama Şah yanımızda olduğu için bunu yaptık. Onun tanıdığıydı. Sonra Şah bizi yine hamamdan restore edilerek yapılmış güzel bir restorana götürdü. Burası çok turistik. Herkes yabancı. Tahran'a gelen bütün yabancıların mutlaka götürüldükleri bir yer burası. İran'ın ünlü yemeği "abguşt" un da en iyi yapıldığı yer. Abguşt biraz bizim türlüye benziyor. İçinde kırmızı fasulye filan da var. Ancak yemek bir çanakta geliyor. Yanında da büyük bir tahta havan. Yemeği suyundan süzerek havana koyuyor ve ezerek bulamaç haline getiriyor, tabağına alıyor, onun da üstüne yine suyunu koyarak yiyorsun. Hülya yedi ama Şah'ın yardımıyla. Ben yine kebap yedim. Tatlıları da güzeldi. Biz yerde oturarak yedik. Yabancılar daha çok masaları tercih ediyor ama oturarak yiyenleri de gülerek izliyorlar. Çaylarımızı içtikten sonra Şah'tan ayrılıp Tahran Çağdaş Sanatlar Müzesine gittik. Mimarisi mükemmel bir yapı. Hiç yorulmadan ve hiç merdiven inmeden müzeyi gezerken 4 kat aşağı inmişiz. Hafif hafif rampalarla dönerek inen bir sekizgen şeklindeki mimari çok etkileyiciydi. Müzeden çıktığımızda akşam olmuştu. Yemeği geç yediğimizden çok aç değiliz. Akşam yemeğini otel odasında çantamızdaki kuruyemiş filanla geçiştirdik. Notlarımızı tutup, ertesi gün gezilecek yerleri planlayıp, kitap okuyup uyuduk.

8.Gün.27.Nisan.2009
Sabah kahvaltıdan sonra ilk iş olarak Tahran-istanbul dönüş biletimizi hallettik. İyi fiattan bilet bulmak bayağı zor oldu. THY'den 1.150 TL'den bilet almaktansa tatilimiz 3 gün uzatmak pahasına 270.$'a Pegasus'tan bilet bulduk. Bilet işini halledene kadar öğlen oldu. Ama bugün Pazartesi. Müzeler kapalı ve biz çok istediğimiz halde Ulusal Müzeyi gezemedik. Burada bana çok saçma gelen birşeyi yazmak istiyorum. Neden İran'da müzeler Pazartesi kapalı olur ki anlamak mümkün değil. Tüm dünyada pazartesi müzelerin kapalı olmasının sebebi hafta sonu insanların gezebilmesi için müzelerin açık olmasıdır. Müzeler temizlik ve personelin izin yapabilmesi içinse Pazartesi tatil olur. İran'da tatil cuma olduğuna göre, müzelerin cumartesi kapalı olması gerekmez mi?. Aynı şekilde bütün maçlar da cumartesi pazar oynanıyor. Bütün insanlar işteyken. Yani faaliyetler batılı, tatil İran'lı. Neyseki ve nedense Bağı Gülistan parkı içindeki müzeler açıktı. Nasrettin Şahın kabul sarayı hayatımda gördüğüm en muhteşem, görkemli ve gösterişli yapıydı. Çin'de bile böylesi yoktu. Bizim padişahlarımız çok mütevazi insanlarmış. Bırakın Topkapı Sarayını Dolmabahçe sarayı bile bunların yanında gecekondu gibi kalıyor. Fotoğraf ve film çekimi kesinlikle yasaktı. İçeriye yalınayak, yada galoşla girilebiliyor. Ben fotoğraf makinam boynuma asılı ve film modu açık gezdim ve biraz sallantılı da olsa filme aldım. Salonlar Şaha gelen yabancıların getirdiği muhteşem hediyelerle bezenmiş. Yerlerdeki çini işlemeler akıllara ziyan. Oraya gelen yabancı elçilerin herhalde zenginlik karşısında dilleri tutuluyordu. Oradan çıkarak kapalı çarşı yakınlarında self servis bir lokantada yemek yedik. Self servis ama seçtiğiniz yemeklerin parasını ödeyip, fişini alıp masaya oturuyorsun. Siparişlerin bilgisayara kaydediliyor ve onu mutfak görüyor. Sadece içeceğini ve çatal kaşığını alıyorsun. Bıçak İran'da kesinlikle yok. Ya dürüm yaparak yada çatalınla keserek yada kaşığınla tutup çatalınla çekerek işini görüyorsun. Mutfak herhalde yukarıda. Asansörle yemekler geliyor ve hızla servis ediliyor. Sistem mükemmel işliyor. Yiyen hemen kalkıyor. Hiçbir yerde öyle keyif çatmak, sofrada sohbet etmek yok. Çünkü içki ve sigara yok. Evet içki hadi yok ama İran kapalı yerlerde sigara içmeme işini kesinlikle halletmiş. Hiçbir yerde sigara içilmiyor. Zaten kimsenin dışarıda da olsa sigara içtiğini görmedim. Onun yerine şişe dedikleri nargile içiyorlar herhalde. Bir iki sigara içen insan gördüysem onlarda yaşlı insanlardı. İran seyahatim boyunca herhangi bir yerde sigara içen bir tek genç görmedim. Yemekten sonra Tahran'ın en lüks oteli Lale Park Otele gittik. Lale Parkın içinde gerçekten güzel bir otel. Lobisinde piyano çalıyordu, Tahran'a gelen bütün yerli ve yabancı işadamları lobideydi. Herhalde görüşme yapılabilecek yegane uygar yerler otel lobileriydi. Lale Park ise şehrin tam ortasında Yıldız Park gibi ama daha büyük ve bakımlı bir park. Otelin bütün odaları parka bakıyormuş. Çok pahalı bir otel. Geceliği 260 $. Akşam 11 otobüsüyle İsfehan'a gideceğiz. Onun için otel lobisi gibi kahve çay içip, temiz tuvalete girebileceğimiz, soran eden olmadan oturabileceğimiz bir yerden kolay kolay kalkmıyoruz. Akşamı edip otelimizden bavullarımızı almak üzere kalkıyoruz. Otelimizde bir çorba içip, internetten maillerimize bakıyor, facebook'a mesajlar atıyoruz. Durumumuzu ilgililere bildiriyoruz. Sanra gara gelip bir demlik çay alarak kalkış saatimizi bekliyoruz. Tam saatinde kalkıyor otobüsümüz. Tahran Fotoğrafları için Bakınız

9.Gün.28.Nisan.2009
Otobüsümüz tam vaktinde kalktı. 6 saatlik yolculuğumuz sabah 5 te bitecekti ama yolda bozulan bir otobüsün yolcuları uzun tartışmalardan sonra bizim otobüsümüze askerler tarafından bindirildi. Bu tartışmalar yüzünden yarım saat geç vardık. Otobüs terminalinde de havaalanındaki taksi uygulaması vardı. Otelimizin adını adresini söyleyip 7.000 tümen ödeyerek fişimizi aldık ve bizi karşılayan görevli tarafından taksimize bindik. Havaalanından şehir merkezine doğru giderken sabahın köründe şehrin muhteşem yeşilliği hemen dikkatimizi çekti. Sanki otoyol genişliğinde bir caddeden değil, Belgrat ormanlarının içinden geçen bir yolda gider gibiydik. Daha sonra şehrin ortasından geçen Zayende Rut nehrinin şehre inanılmaz bir yeşillik ve güzellik bahşettiğini görecektik. Otelimize vardığımızda saat sabahın altısıydı. Bu saatte gidecek başka bir yer olmadığından mecburan otelimze gelmiştik. Ama kapı kapalıydı. Çaldık. Resepsiyonist uykulu gözlerle kapıyı açtı ve bize bu saatte burda ne işiniz var dermiş gibi baktı. Sonra biz ona durumu anlattık ve uyumaya devam etmesini biz de lobide biraz uyuklayabileceğimizi söyledik. Beş dakika sonra o horlamaya başladığında biz de koltuklara yerleşiyorduk. Saat 7,5 ta ortalıkta insanlar dolanmaya başlayınca dışarı çıkarak doğru İmam Meydanı'na gittik. Meydan otelimize yürüyerek 5 dakikalık bir mesafede. Kemerli bir kapıdan meydana çıktığımızda bu şehre neden Esfehan Nesf-e Jahan (İsfehan dünyanın yarısıdır) dendiğini anladık. 15. Yüzyılda 600 bin kişilik nüfusuyla İsfehan dünyanın en büyük şehriydi. (bunu yazınca araştırdım. İstanbul fethedildiğinde nüfusu 30-35 bindi. 20 yıl sonra yani 1473'de 80 bine çıkmış. 100 bin'e ise 16. Yüzyılın ilk çeyreğinde ulaşmış.) İmam meydanına ağzımız açık şaşkın şaşkın bakıyor ve dünyanın en büyük meydanı olduğu söylenen (Moskova'daki Kızıl Meydanın 2 katı ) bu meydanın güzelliği karşısında büyüleniyoruz. Pekin'deki Tiananmen Meydanından daha büyük mü bilmem ama kesinlikle ondan güzel, zarif, estetik ve uhrevi. Evet bu şehir için sonradan da şahit oluyorum ki verilecek en güzel sıfat uhrevi olması. (Dahada mı olmasın 20 yıl sonra iki kez namaz kıldırdı bana.)1612 yılında Birinci Şah Abbas tarafından Polo oyunu sahası olarak yapılmış. Meydanın iki ucunda kale yerine geçen mermer sütunlar yerinde duruyor. Polo oyunlarını Şah meydanın merkezinde Ali Qapu isimli dünyanın ilk gökdeleni! sayılan binadan izlermiş. Buraya daha sonra döneceğiz. Parkta bir banka oturmuş etrafı seyrederken tanıştığımız Ekber'e kahvaltı yapacağımız bir yer sorunca o da bizi meydanın etrafını kanaviçe gibi saran kervansaray dükkanlarının arkasında başka kervansarayların içinden geçerek, başka başka fıskıyeli havuzlu meydanlardan, kapalı çarşılardan, hanların içinden, başka başka meydanlara çıkararak, medreselerin içinden, dar sokaklardan sürükleyerek Ali Baba Kırk Haramilerden kalma bir masal dükkanından içeri soktu. Dükkan bir çayhane. Çayhanelerin birinci kısmı nargile içilen yerler ve genellikle erkekler tarafından kullanılan kısım, ikinci kısımlar ise aileler ve turistlerin kullandığı kısım. Buranın sahibi aynı zamanda dünyanın en büyük lamba kolleksiyoncusu. Aklınıza hayalinize gelebilecek her türlü lamba burayı tavanından duvarlarına kadar kaplıyor. Bu kolleksiyonunun bugün milyonlarca dolar ettiği ama sahibinin tek bir tanesini bile satmadığını söylüyorlar.Biz orada birkaç birşey yedikten sonra daha sonra tekrar gelmek üzere burayı mimliyoruz. Dönüşte ne kadar dikkat etsemde daha sonra ancak sora sora ve tesadüfen bulacağım. Ekber bizi meşhur İsfehan basmalarının yapıldığı atölyeye götürdü. Basmalar hala yüzlerce yıllık usüllerle ve tahta basma kalıpları ve kök boyalar ile yapılıyordu. Daha sonra depolarda çuvallar içinde ilk defa kök boyaları görecek ve gözlerime inanamıyacaktım. Burası adeta bin yıldır aynen vardı ve benim gördüğüm depo ve değirmen taşı 1200 yıllarından kalmaydı. Hala işlevsel olarak kullanılıyordu. Buradan iki masa örtüsü aldık ve 55 $ verdik. Bu İran'da aldığımız ilk şey. Daha sonra otelimize döndük ve odamıza yerleştik. Bir banyodan sonra 3 saat kadar uyumuşuz. Saat 16.30 da tekrar İmam Maydanına çıktık. Çarşının değişik kısımlarını gezdik, defalarca kaybolduk. Kaybolmamak mümkün değil. Labirent içinde labirent içinde labirent şeklindeki kapalı çarşı sokakları insanı içine çekiyor ve hep sonunda başka başka şeyler vaad ediyor. Bakırcılar, semaverciler, nargileciler, gümüşçüler, ayakkabıcılar, kumaşçılar, kuyumcular, tespihçiler, halıcılar, ressamlar, minyatürcüler, sarraflar, serin iç avlular, çayhaneler ile bir başka diyar burası. Tanıtığınız herkesin, gönüllü bir rehber, İsfehan aşığı bir insan, bir yardım meleği olduğu bu şehir sürprizlerle dolu. Örneğin Safevi Devleti Döneminde çarşının Qayseriye kapısının üst kısmındaki bölümde her akşam kraliyet orkestrasının konser verdiğini, herkesin o saate kadar alışverişini bitirip, kapının önünde toplandığını öğreniyoruz. Çarşıdan Hülya'ya daha rahat ve uzun bir kıyafet aldık. Artık güneydeyiz ve hava bayağı sıcak. İncecik elbisenin üzerine tahta baskı ile Mevlana'nın bir sözünü Farsça önümüzde bastılar. Çok estetik duruyor. Meşhur İsfehan dondurmasını yedikten sonra artık dinlenmek üzere şişe içmeye gidiyoruz. Nargileye burada şişe diyorlar. Nargilemi ve semaverde çayımızı içtikten sonra çıktığımızda saat 19,30 du ve akşam ezanı okunuyordu. Alanın doğu ucunda ve alana çapraz duran Şeyh Lutfullah Camiinden okunan ezan insanları telaş içinde camiye doğru çekiyordu. Hava kararmaya başlamış, havuz ve içindeki fıskıyeler rengarenk ışıklandırılmış, kadınlar, kızlar, gençler, çocuklar parkta çimenlere yayılmışlar huşu içinde ezanı dinliyorlardı. O anda benimde bu camide namaz kılmam gerektiği içimden geçit ve ben camiye doğru seyirttim. Camiinin meydana yan durmasının sebebi meydan doğu-batı ekseninde iken caminin Kabe'ye bakması idi. Cami ile meydan arasına yapılan kemerli geçit ise bunu kısmen ortadan kaldırmak için tasarlamıştı. Bu kemerden geçip caminin muhteşem avlusuna çıktığımda camide namaz kılınmadığını gördüm. Daha sonra hem İsfehan'da hemde Şiraz'da göreceğim olağanüstü estetik bu camilerin hiçbirinde namaz kılınmadığını, bizim Ayasofya gibi para ile gezilen yerler haline getirildiğini gördüm. Dünyanın en süslü ve estetik camiinde namaz kılmak ise Şiraz'da nasip olacaktı. Bir kere namaz kılmak niyetine girdiğimden hayal kırıklığına rağmen ayakkabılarımı Hülya'ya emanet edip gecekondu benzeri, inşaat halinde bir yerde Sunni namazımı kıldım. Bilindiği gibi İran Şii ve sunni camileri ayrıca var.(Bu konuya daha sonra değineceğim.) Akşam yemeğine meydana bakan Bastani Restorana gittik. Yine yolda yerini sorduğumuz biri (Huseyn) sadece tarif edebileceği halde bizi önüne katıp restorana kadar götürmekle kalmadı, içeri sokmakla da kalmadı, tanıdiğı bir garsonu çağırıp bizi emanet etmekle de kalmadı, masamızı seçti ve bizi oturttu. Bir kahve içme teklifimizi, sizi bana Allah gönderdi, size yardım etmem için, Allah sizden razı olsun bana bu fırsatı verdiğiniz için dedi ve gitti. Allah bu insanları bozmadan sonsuza kadar yaşatsın. Bu dünyanın bütün insanları tek tek bozulacak, insanlıktan çıkacak, İran halkı bu insanların arasında tarihten kalmış eski bir topluluk gibi kalakalacak. Bundan adım gibi eminim. İsfehan Fotoğrafları burada

10.Gün 29.Nisan.2009
Gece çok güzel bir uyku çekmişiz. Sabah dinç bir şekilde kalktık. Kahvaltıdan hemen sonra tekrar İmam Meydanına indik. Bu sefer Cihan-ı Şah Camiini detaylı bir şekilde gezdik. Muhteşem Cami, Abbasi mimarisinin en güzel örneklerinden biri sayılıyor. Muhteşem kubbesinin tam altına gelen işaretli noktadan harika bir akustik elde ediliyor. Bir kağıt paranın sesinin yankısını on noktadan duyabiliyorsunuz. Gezdiğimiz saate denk gelen o noktadan müezzinin okuduğu ezan tüylerimizi diken diken etti. Harika bir deneyimdi.
Onun hemen yanında İran kralının meydanda oynanan poloyu seyretmek için yaptırdığı olağanüstü bina Ali Qapu (Ali Kapısı) dünyanın ilk gökdeleni! sayılıyor. Kralın hem seyir locası, hem de müzik odası olarak kullanılan binada kalem işçiliği ve ağaç oymacılığı şaşırtıcı güzellikte.
Öğlen yemeğimizi İsfehan'ın en ünlü yemeği büryani kebabını Şemşade lokantasında yedik. Avuç içi büyüklüğündeki köftenin (bir parmak kalınlığında) kömür ateşi üzerinde, sahanda pişirilmişi. Et suyu ile sacda ısıtılan lavaş pide arasında servis ediliyor. Kimisine ağır gelebilir ama ben çok beğendim. Yanında verdikleri otlarla güzel gidiyor. Buranın bütün ayranları naneli. Serinletici ve ferahlatıcı özelliği ile naneli ayran iyi fikir geldi bize. Yemekten sonra dünyanın tüm yemek ve turizm kitaplarına geçmiş Fereni Hafız'da 'Fereni' yedik. Fereni, gül suyu ile tatlandırılmış bir nevi muhallebi. Muhallebinin kendisi bizim su muhallebisi gibi şekersiz. Üzerine karamelize edilmiş şeker şurubu dökülüyor. Güzeldi. Hafız çok tatlı bir adam. Herkesle fotoğraf çektirmeyi kendisi istiyor. İsfahana gelen her turistin Hafız'la bir fotoğrafı muhakkak vardır. Çünkü her turist bu dükkana mutlaka uğruyor ve fotoğraf çekiliyor. Ben de Hafız'a bir ürün hakkında fikir verdim. Dondurma da satılıyor dükkanda. Makinadan roma dondurması şeklinde. Hafız'a kabın yarısına kadar muhallebi, üzerine şurup, üzerine dondurma ve tekrar şurup dök ve öyle de sat dedim. Fikre bayıldı. Hemen yapalım dedi. Ama sürekli müşteri geliyor. Millet kuyrukta. Biz oradan ayrıldık. Bir gün denerse ve tatlı ünlü olursa benim fikrimdi. Bu böyle biline. Oradan otelimize dönerken sağanak bir yağmura yakalandık. Otelde bir saat dinlendikten sonra yürüyerek Zayende Rut nehri üzerindeki araç trafiğine açık Firdevsi köprüsüne vardık. Onun ilerisinde 33 kemerli, mükemmel görünümlü Si-o se pol köprüsüne kadar yürüdük. Araç trafiğine kapalı, Mimar Sinan köprüleri görünümünde etkileyici bir köprü.
Akşam yemeğimizi Shahrzad Restoranda yiyeceğiz. Uğrayıp yalvar yakar (Türk olduğumuzu duyunca işler değişiyor hemen) rezervasyon yaptırabildik. Turlar aylarca önceden kapatıyor restoranı. Harika bir atmosfer, olağanüstü vitraylar, duvar resimleri, mükemmel servisi ve insanı allak bullak eden yemekleri ile İrana bir kez daha hayran olduğum bir restorandı. Yediğim Hüseyni kebap. geveçte pişmiş şiş kebap gibiydi. İçine konulmuş üzüm koruğu taneleri yemeğe olağanüstü bir rayiha vermişti. Sahibi çok kibar bir beyfendi ve bizim Türk olduğumuzu öğrenmiş. Bizim masamıza anı defterini getirdi. Her milletten insanın yazısı ve kartviziti olduğu, pek Türk olmadığını söyledi. İzlenimlerimizi yazdım. Altına Atatürk pullu (1946 tarihli) kartvizimi bıraktım. Gördü ve kartvizim çok hoşuna gitti. Ev adresimizi de istedi. Verdik. Kahvelerimizi yakındaki Abbasi otelde içtik. Eski bir kervansaraydan restore edilerek yapılan otel anlatılamaz güzelikte, adeta peri masallarındaki bir atmosfere sahip. İran'a gelen bütün dünya sosyetesi ve zenginleri orada. Biz oradayken bir devlet başkanı vardı. Günü böylece tamamlayarak otelimize döndük.

9 yorum:

  1. Merhaba..

    büyük bir merakla seyahat anılarınızı ve fotoğraflarınızı bekliyorum.
    Bu arada, izleyici anıları diye de bi sayfa açsanız da bizde sizinle bişeyler paylaşsak.. mesela ben bugün ilk kez Metrobüse bindim.. Söğütlüçeşmeden taaaaaaa Cevizlibağa gittim.. ilk kez İstanbul' da vapur dışında bir seyahat bana keyif verdi desem yeridir.. inanılmaz hoş.. istersniz Edirnekapı'da isterseniz Zincirlikuyu' da isterseniz Mecidiyeköy'de aktarma yaparak Avcılar'a kadar gidebilirsiniz. Sessiz, köprüye kadar kendi yolunda ( bu arada, ne kadar çok alt geçit yapılmış..) gidiyor, sonra köprüye giriyor. Medyada otobüslerin hımbıl olduklarını garajda yattıklarını okumuştuk.. Şimdi doğruya doğru eğriye eğri.. ben beğendim. ayrıca otobüsler hımbıl filan da değil.. yokuş çıkarken biraz şişiyor, o kadar.. eh Hollanda gibi tepesiz, yokuşsuz dümdüz bir ülke için yapılmış.. olacak o kadar.. Benden de bu kadar
    Sevgiler..

    YanıtlaSil
  2. ve nihayet.. çok güldüm okurken.. bayıldım vagon görevlisi Ahmetin sıfatlarına.. her satırda yeni sıfatlarla uzuyor Ahmet. ilk nemrut Ahmet, sonra salak nemrut Ahmet ve iftiracı salak nemrut Ahmet.. bu arada ne iftirası attı bu adam size..?
    bir de yazıya devam ederken, 1. bölüm, 2. bölüm, diye yeni sayfalarda yazsan nası olur.. nerde kalmıştım diye kör gözümle paragraf arıyorum..
    Hadi .. devam devam.. bekliyorum devamını..

    YanıtlaSil
  3. Harika gidiyor..
    Bugünkü fotoğrafları çok beğendim.. Bahar dalları çok güzel. Akdamar kilisesinin içerden fotoğraflarını da görmek isterdim.. Atatürk resminin önünde durduğunuz yer neresi?

    YanıtlaSil
  4. Akdamar kilise içinde flaşlı fotoğraf çekimi yasaktı. Flaşsız denedim ama iyi değil. Resim Van kalesinin -ve Van'ın- en yüksek noktası.

    YanıtlaSil
  5. Ben de sizinle geziyorum yazdığınız yerleri.. Okurken gördüm gibi oldum... kalemine sağlık..

    YanıtlaSil
  6. Yediği kebabın eti mi dokundu acaba? genelde keçi eti kullanırmış araplar.. Geçmiş olsun.. yorgunluk da olabilir..
    Ama inanıyorum ki, okurken bile keyif aldığım yerleri, gezerken daha çok keyif aldınız... bi tek Türkiyeliyiz' e takıldım.. doğru veya yanlış diye bir iddiam yok.. sadece takıldım.. Türkiyeliyiz..!!! ilginç

    YanıtlaSil
  7. Son satırlardan sonra 5 gün geçti... devamı gelmedi seyahat anılarının..ama merakla bekliyorum..
    Hadi amaaaa...

    YanıtlaSil
  8. oh.. şükür.. ağzım açık, yutkunarak okudum.. okumadım yuttum.. yaşadım ve bende oradaydım...
    sağol.. varol..

    YanıtlaSil
  9. Teşekkürler canım. gördüğün yazı ve resimleri yükleme tam 5 saatimi aldı. bu sadece bir gündü. Neyse kaldı Neyse kaldı 6 gün ama verdiğim sözü tutup bu hafta sonu bitirmem imkansız. bu aralar resme sardım.bekleyin az sonra. heycanlı kısımlar kaldı.

    YanıtlaSil